Açık konuşmak gerekirse politikadan anlayan biri değilim. Gelgelelim günümüz koşullarında politikadan anlayan insan da yok benim gözümde. Ne yazık ki en sonuncusu 1938 yılında hayata gözlerini yumdu. Zaten o tarihten yaklaşık 20 yıl sonra işler arapsaçına, hatta ve hatta Ömer Çelakıl’ın saçına döndü. Kimse kusura bakmasın. Alınmasın. Sonuçta bu cümleleri yazan kişi politikadan anlamıyor. Belki de anlamadığı için böyle bir şey yazıyordur. Eğer anlasaydı yazıyı sevmeyen birileri çıkacağını bilir ve onların tepkisini çekmemek için tam da bu nokta da yazıyı bitirirdi.

Çok şükür ki anlamıyorum ve yazıya kaldığım yerden devam ediyorum. Kim ne derse desin her şey o yıllarda, ülke olarak gereksiz yere borçlanmamızla başladı. Bir daha da önünü alamadık o borcun. Katlandıkça katlandı, popüler bir tabirle torunlarımıza miras bırakacağımız bir hâl aldı. Ne oldu, ne bitti de bu hallere geldik? Kimse sormadı mı “biz bu borcu niye alıyoruz?” diye. Aslında bu sorunun cevabı sorunun içinde. Belli ki sormamışız işte. Sormamışız ki katlanmış gelmiş günümüze kadar. “Sormamışız” dememden kastım da birinci çoğul şahıs ekini kullanmak için. Bu borcu bizlerden birileri yaptı. Her ne kadar kimi kesimler bu bizim borcumuzu değil, onu filanca partinin falanca adamı yaptı dese de sonuçta o adam da bu vatanın bir evladı. Gelgelelim her evlat hayırlı olmuyor ne yazık ki.

Bu yetmezmiş gibi kendi içimizde ayrımlar yarattık. Yaratmaya da devam ediyoruz. Sağcı-solcu, laik-muhafazakâr, türbanlı-açık, Kürt-Türk… Sittin senedir neyin kavgasını yapıyoruz? Kurtuluş savaşı sırasında kimse bunlara bakmıyordu. Belki de savaşacak düşman olduğu için bunlara bakmıyordu. Kabul edelim, bize düşman lazım. Çatışacak, kavga edecek, dalaşacak adam arıyoruz net bir şekilde. Adam akıllı, usturuplu bir şekilde yaşayamıyoruz. Niye yaşayamıyorsak? Bize rahat batıyor galiba. Bitime 0,5 saniye kala Kerem Tunçeri’nin attığı baskete sevinirken yanımızda kim varsa sarılıyoruz da, maçtan ertesi günkü referandumda yine ayrılıyoruz. Savaş baltalarımızı gömdüğümüz yerden çıkarıp ve birlik olmamızı gerektirecek ikinci bir olaya kadar didişmeye devam ediyoruz.

Uzlaşma sağlamaya çalışırken işleri daha da geriyoruz. İşin kötüsü bunu hayatın her alanına yayıyoruz. Bundan 30 sene önce taraftarların karışık oturduğu tribünler şimdi ayrı, hatta kimi maçlara rakip takımın taraftarı bile alınmıyor. Aynı olay sanat, eğitim, toplum yapısı ve maalesef ki din için de geçerli. Sadece yaşanan olaylardaki sıfatlar farklı; yine 30 sene öncesinde bir erkeğin-bir kadınla el ele yürümesi toplum ahlâkına aykırı; ama günah değilken, şimdi bir erkeğin-bir kadınla tokalaşması toplum ahlâkına uygun; ama günah olarak karşılanabiliyor. Eğitim ve sanattaki örnekler de bununla hemen hemen aynı. Sanat anlayışımızın şarkı ve türküyle sınırlı kaldığı yemezmiş gibi, bu işe yıllarını veren insan da yeni başlayan da “sanatçı” sıfatıyla anılıyor. Genelde, yeni başlayanlar 1 albüm yapıp 3 sene yatarken, emektarlar hak ettikleri saygıyı ya yayınlayacak haber bulamamış bir haber programının, 5-6 dakikalık “sanata yıllarını vermiş falanca oyuncu, şimdi filanca yerde, bodrum kattaki dairesinde yaşam mücadelesi veriyor” konulu bir haberinde ya da kendi cenaze törenlerinde görüyor. Eğitim konusuna gelince, onun hakkında örnek vermesem de olur bence.

Bir şeyler yapmak istediğimiz ortada sadece ne yapmak istediğimizi tam olarak bilemiyoruz. Belki de sorun, politikayı insanları suçlama aracı olarak görmemizden kaynaklanıyordur. O ona “niye yapmıyorsun” diye bağırırken, öteki sen “niye yapmadın” diye çemkiriyor ve en son baktığımda bunun adına politika diyorlardı. Yukarıda da belirttim ya ben politikadan anlamıyorum diye, işte biraz da bu yüzden anlamıyorum. Ben politikayı “devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü” olarak biliyordum da, “parasız eğitim isteyen gençleri dağıtmak amacıyla, cop ve biber gazı yöntemi kullanarak, düzenli bir şekilde dövme eyleminin gerçekleşmesi” olarak bilmiyordum. Sadece bu da değil, bunun gibi birçok tanımını bilmiyorum politikanın.

Gelelim bu yazının başlığına, “recül-i siyasî”nin ne demek olduğunu anlamayanlar olabilir. Zaten anlaşılmasın diye öyle yazdım. “Recül-i siyasî” Osmanlıcada “politikacı” demek. Niye mi “politikacı” yazmak yerine “recül-i siyasî” yazdım? Birçok kişinin politikadan anlamadığını göstermek için. Sanırım başarılı da oldum ve bu konuda yalnız olmadığıma sevindim.

                                                                                                                                                                          

Leave a Reply