Sivas’ın çığlıkları tam üç gün önceydi. Bugün 5 Temmuz 1993. Sivas sınırlarını aştık, Erzincan’dayız şu an. Yol alıyoruz bir köye doğru. Ve geldik işte, o köydeyiz… Burası hayatlarını küçük mutlulukların kocaman dünyasında geçiren tertemiz bir köy. Burası Başbağlar.
Bu akşam gökyüzüne farklı bir çığlık yükselecek . Bugün aydınlar değil köylüler teslim edecekler canlarını, farkında bile olmadıkları bir şey pahasına. Yakın tarihimizin vahşet saçan canavarı 1993, bugün masumiyet kalkanıyla çevrelenmiş 33 canı daha çekecek içine; ve bu şehrin yankısı tarihin arka odalarına gömülmekten başka hiçbir şeye layık görülmeyecek. Bizim acımız bir anıtın içinde saklanacak, belki duyarsınız diye…
Sıcak bir yaz akşamıydı o gün. Serinlemek adına Munzur dağına çıktım. Burası neresi diye merak ederseniz söyleyeyim: burası Başbağlar’ı izlemek adına müthiş bir yer. Saat 20.00 sularında köye dört koldan birileri girmeye başladı. Saymak zor, kalabalıklar. Hem de çok… 100 desem yeridir. Hoca tam ezanı okuyacaktı ki, ensesinde hissettiği o soğuk metal, ölümle yaşam arasındaki çizgiye sokmaya yetti onu. Camideki erkeklerin namaz hazırlığı boşaydı, o gün onların veda günü olmuştu.
Erkekleri hemen köyün üst tarafına, kadınları ve çocukları da köy merkezine yakın olan derenin etrafında topladılar. Herkes telaşlıydı, çocukların ağlama sesleri yankılanıyordu dağların eteklerinde. Ancak bir şey telkin ediliyordu insanlara, belliydi. Sonradan öğrendim ki, “Korkmayın sizi öldürmeyeceğiz, sadece konuşacağız.” demişler. Aslında bir nevi yatıştırma politikasıydı bu hareket. Akşam karanlığı çökmek üzereyken bir karışıklık çıkmasını neden istesinler zaten. Her şey kolayca olup bitmeli, verilen emir egoların tatminiyle bütünleşip can bulmalıydı.
Ve telsizin ucundan gelen emir katliamın çağrısını yapıyordu. Yanyana dizilmiş erkekler, teker teker yere seriliyor, Başbağlar yeryüzü sahnesinden siliniyordu. Aynı anda evlerden yükselmeye başlayan dumansa acımızı haykırma görevini üstleniyordu. Kurşunla ölümün tatmin etmediği militanlar, aralarında çocuk ve kadının da bulunduğu beş kişiye de alevlerin içine atıyorlardı. Gece karanlığını bu dumana tercih etmemek elde değildi artık. Görev tamamlandı, köyü terk ediyorlar. Geride 33 beden bırakıyorlar; cansız, bitik, perşan halde… Korkudan kilitlenmiş bacaklarımı harekete geçirmek istiyordum ama olmuyordu. Adeta çivilenmiştim bulunduğum yere. Gerçi hareket etsem ne fayda, ben Başbağlar’da kalmıştım. O yok olan köyde… Artık ben yoktum… Belki var bile olmamıştım. Sizler beni tanımazsınız, çünkü ben 93’ün iyi ruhuyum. 93 kabul etmez, kendimi size gösteremem. Her şeyi biliyorum ben ama susmak zorundayım. Susuyorum. Ben 93’üm belki de.
İşte böyleydi 5 Temmuz günü. Köyden ayrılmadan önce PKK Dersim Eyaleti Komutanlığı imzalı bir de bildiri bırakıyorlardı. Biliyorlardı, Başbağlar Sünni bir köy. O nedenle Sivas’ın öcünü aldık sloganları ve cümleleri yer alıyordu o bildiride. “Sivas şehitleri ölümsüzdür” cümlesini o gün hayatta kalan Başbağlar sakinlerinden belki de hatırlamayan yoktur. Çünkü bir realite ortadaydı. Sivas’ta yakılan Alevi Kürtler’di ve bunun karşılığını, bir nevi Hammurabi kanunu uygularcasına, Sünni Türklerden almak gerekiyordu. Tabi bu işin planlanma aşamasındaki profesyonelliği de gözardı etmemek doğru tarih yazımını gerçekleştirmek adına çok önem arz eden bir husustur. Köye girişte telefon kablolarını keserek işe başlayan militanlar, köyün Kemaliye ile olan bağlantısız konumunu da hesaba katarak işe girişmişlerdir. Ortalama 60 km uzaklıkta bulunan bu köy, Sivas meydana gelmeden önce planlanan bir vahşetin en uygun kurbanıdır demek hiç de yanlış olmaz.
Ertesi sabah saat 06.00 sularında Kemaliye Kaymakamı’nın olaydan haberi oluyordu. Hemen askeri birlikler harekete geçiriliyor, asker tam 12 saat sonra katliamın köyü Başbağlar’a ayak basıyordu. Bölgeye ilk ulaşan muhabirlerin görmüş olduğu manzara ertesi günkü gazeteye (Milliyet, 7 Temmuz) şu başlığı koyduruyordu: “Etraf yanık et kokuyordu…”. Ardından yetkililerin dikkatini bir ağacın kovuğuna yazılmış yazı çekiyordu hemen: “TİKKO hesap sorar, Dev-Sol intikam alır”. Propaganda yapmamak da olmaz tabi. Bu noktada bir ilginçliğe dikkat çekmek istiyorum; davasının görülmesi esnasında hiçbir görgü tanığının bulunmadığı bu katliam, olay yeri incelemesinin bir savcı yerine o esnada oraya ulaşan ilk kişilerden biri olduğu tahmin edilen bir Uzman Çavuş tarafından yapılması yönüyle akıllarda bıraktığı soru işaretlerinin bir hayli çok olduğu bir vak’adır. Bilinmezlik çemberinin içinde kilitli kalmaktan ne yazık ki kurtulamamıştır.
Artık Sivas’ın sözde intikamı alınmıştı. Ama asıl gerçek başka noktaları görebilmekti. Vesayetin devamı halkların çatışmasında yatıyordu. Zeminde yaratılacak kıpırdanmalar bütünü çökertme yolunda atılacak ilk adımlardı. İşte bu noktada Sivas’ın karşısına çıkarılması gereken yer Başbağlar oluyordu. Bizim tarihimizde bir Sivas meselesi varsa, bu meselenin Başbağlar’dan ayrı ele alınması düşünülemez. Sivas ve Başbağlar birbirlerine kenetlenmiş iki parçadır. Bu parçalar bir yapboz misali ele alınmış ancak ilk planda bozma planları ağır basmıştır. Sivas ve Başbağlar, tıpkı 12 Eylül öncesi aynı tabancadan kurşun yiyen sağ ve solcular misali seçilmiş kader ortaklarıdır. Erzincan DGM’de dava görülmeye başlanmış ancak güvenlik gerekçesiyle 26 Nisan 1995 günü İzmir’e sevk edilmiştir. Bu noktada davanın, dava sahiplerinden uzağa taşınmasının, gerçeklerin ortaya çıkmasını baltalamak olarak yorumlamak pek de yanlış gözükmüyor. Tabi son günlerde kamuoyunu meşgul eden bazı davaların da bu süreçteki gibi sevki de tarihin ülkemiz için tekerrür ettiği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Son olarak sorulması gereken sorular şunlardır:
- 30’a yakın duruşma sonrasında ceza alan 2 kişi adalet terazisinin kefelerini dengelemek için seçilmiş birer kurban mıdır?
- Özellikle bu cezalardan birinin örgüt üyeliği sebebiyle verilmiş olması da, davanın sunduğu kazanımların ne kadar niteliksiz olduğu konusunda da tartışmalara sebebiyet vermez mi?
- Dönemin yöneticileri bu konuda neden yargı sürecine dahil edilmediler?
- Başbağlar’ın failleri bunca yılın ardından bulunamayacaksa, kutsal ‘devlet’ yapısının gizli eller tarafından manipülesinin nasıl engellenmesi beklenmektedir?
♦Sivas kadar konuşulmasa da, Türkiye’nin kalbindeki gizli yaradır Başbağlar. Burada mesele devleti suçlamak değil, bürokrasiyi düzeltmektir. Devlet bürokrasinin işlevsizliğine kurban ediliyorsa, vesayet sisteminin önünü almak hayalden öteye geçemez. Zaten bunu sağlamak hükümetlerin var olma sebeplerinin başında gelmektedir. Gizli eller artık Meclis’in birinci önceliği olmalı, devletin bekası için Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonları’nın sayı, görev ve yetkileri optimum seviyeye çıkarılmalıdır. Yoksa bu girdapta boğulmamız içten bile değil…
Gölgelerin izindeki yolculuğumuz sürecek…