İlk imparator Augustus’un saltanata çıktığı tarih olan MÖ 27 yılından son iyi kral olan Marcus Aurelis’in MS 180 yılında öldüğü tarihe kadar olan yaklaşık 200 yıllık dönem Antik Roma tarihinde “Pax Romana” yani Roma barışı olarak geçmişti. İmparatorluk tüm problemlerden kurtulamamıştı ama doğuda ve batıda imparatorluğun sınırları içinde barış ve refah ortamı çok uzun yıllar sürmüştü. Bu barış ortamında ekonomiden sanata, kültür hayatından sosyal hayata kadar birçok alanda Romalılar büyük bir medeniyet kurmuşlardı.
Roma İmparatorluğunun ekonomisinin büyük çoğunluğunu tarımsal gelirler oluşturuyordu. Buğday ve zeytin, Romalıların en çok ektikleri iki üründü. Genellikle yerel tarım yapılıyordu. Ancak yıllar içinde şehirleşmenin artması ile üretim fazlasını şehirlere ihracat etmeye başladılar (Freeman, 519). Roma ve Konstantinopolis gibi şehirler deniz aşırı ülkelerden tarım ürünleri ithalat yapıyordu. Ancak bu ticari ilişki sanıldığı kadar fazla değildi. Tarım ürünlerinin Akdeniz çevresinde birbirinden çok farklı olmadığı düşünüldüğünde her bölge ihtiyacı olan tarımsal ürünü kendisi üretebiliyordu (Freeman, 526). Ticaretin büyük bölümü gündelik ürünlerden oluşuyordu. Bunlar şarap, yağ, cam gibi ürünlerdi (Freeman, 524). Bu ürünler dışında Roma elitlerinin müşterisi oldukları lüks ürünler uluslararası ticaret ile temin ediliyordu. Baltık’tan kehribar, Çin’den ipek, doğunun başka ülkelerinden gelen baharat uzun yollar kat ederek Roma’ya ulaşıyordu (Freeman, 503). İmparatorluk içinde çok uzak bölgelerden getirilen ürünler de vardı. Arap yarımadasının kuzeyinde bulunan Palmyria şehrinden ve diğer Nebati krallıklarından getirilen tütsü, Romalı elitler arasında çok popülerdi. Tütsü ithalattı sayesinde Nebati yönetimi çok zenginleşmişti. MS 18 yılından beri Roma’ya bağlı olan bu eyalet, zenginleşmenin verdiği özgüven ile kraliçe Zenobia önderliğinde MS 260 yılında Roma’dan ayrılacaktı. Bağımsızlıklarını ilan eden Palmyrialılar, kısa süre içinde Suriye, Filistin ve Mezopotamya’ya hâkim olacak ve Mısır ve Anadolu’nun içlerine kadar gireceklerdi (Freeman, 548). Tarihte bilinen ilk Arap krallıklarından birini kurmuşlardı. Roma doğu eyaletleri üzerindeki hakimiyetini kaybetmek üzereydi. Bu tehdit karşısında İmparator Aurelianus, MS 271 yılında doğu seferine çıktı. Zenobia’nın orduları ile iki kere karşı karşıya gelen imparator, iki karşılaşmada da galip gelecekti. Doğu eyaletlerini tekrar imparatorluğa bağlayan imparator, Zenobia’yı Roma’ya getirecek ve burada onu sürgün edecekti (Tekin, 282). Böylece ticaret zengini Arapların ilk devlet kurma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Ticaret Roma İmparatorluğu içinde eyaletleri bu kadar güçlü hale getirebiliyordu.
İmparatorluk içi ticaretin çok dinamik olduğunu söyleyebiliriz. Roma eyaletleri, imparatorluğu baştan başa saran yollar ile birbirlerine bağlanmıştı. Ulaşımda çok kolaylık sağlayan bu yollar, ticaretin hem hızlı hem de güvenilir olmasını sağlıyordu. Bugün dahi Avrupa içlerinde hala varlığını devam ettiren Roma yollarına rastlanılabilmektedir. Bu yollar sadece ticareti geliştirmek ile kalmamış, eyaletleri birbirine bağlamıştı. Bunun sonucu olarak ortak bir Roma kültürü meydana gelmeye başlıyordu. Romalıların kültürel kıyafetleri olan “Toga” imparatorluk boyunca şehirlerde yaygınlaşmaya başlamıştı. Latin dili sadece İtalya yarımadasında konuşulan bir dil olmaktan çıkmış, eski çağın “lingua franca”sı olmuştu. İmparatorluğun başından sonuna Latince konuşarak dolaşa biliniyordu. Ancak kültürel etkileşim her zaman çift köşeli kılıç olmuştur. Yani Romalılar, eyaletleri etkiledikleri kadar, eyaletlerden de etkilenmeye başlamışlardı. Özellikle Yunan kültürü Romalılar arasında yaygınlaşıyordu. İmparator Nero ve Hadrianus’ta, Yunan hayranlığı ciddi biçimde görülebilmektedir. Bu imparatorlar, klasik Yunan heykellerinin replikalarını Roma’ya getirmek için gayret göstermişlerdi. Aynı zamanda imparatorluk gezileri içinde Yunanistan’ın gezisi önemli bir yer tutmuştu. Daha bunun gibi birçok etkileşim Romalılar ile taşralılar arasında gerçekleşti.
Etkileşimdeki bir diğer alan ise şehircilik oldu. Augustus MÖ 27 yılında Roma tahtına geçmesi ile beraber antik Roma’nın şehirleri yeni bir akımın etkisi altına girdi. Augustus ile başlayan bu akımın etkisi ile mermerin yapılarda kullanımı arttı. Roma şehirleri tuğla yapılardan mermer yapılara dönüşmeye başladı. Klasik Yunan şehirlerinden çokça etkilenen Roma İmparatorluğu, yeni bir Greko-Romen şehirciliğini ortaya çıkardı. Hükümet binalarından, şehir meydanına, amfi tiyatrolardan hamamlara kadar uzanan çok yönlü bir şehirleşme ortaya çıktı. Giderek eyaletlerde yaygınlaşmaya başlayan yeni Greko-Romen şehirler, kültürel etkileşimin bir parçası haline geldi. Bugün modern Cezayir’de bulunan antik Timgad şehri, imparatorluğunun en iyi korunmuş şehirlerinden biridir. Timgad şehri, yeni Greko-Romen şehirciliğinin ulaştığı yerleri görmek bakımından güzel bir örnek teşkil etmektedir. İmparatorluk baştan başa Timgad gibi şehirler ile doluydu.
Roma İmparatorluğunda şehircilik çok gelişmişti. Bunun yanında kırsal kesim mimarisi hakkında bilgimiz sınırlıdır. Kırsal kesim mimarisindeki en dikkat çeken nokta Roma zenginlerine ait kırsal bölgelerdeki villalar olmuştur. “Villa” kelimesi ilk defa İtalya yarımadasının zengin bir bölgesi olan Campania bölgesinde ortaya çıktı. Çiftlik ev olan villalar, zengin Romalıların hoş vakit geçirdikleri büyük evlerdi. Birçok köle ve hizmetçi bu villalarda çalışırdı. Evlerin içindeki üstü açık avlu, ev sakinlerinin yapacağı etkinlikler için çok güzel bir ortam oluşturuyordu. Bu kentlere verilebilecek en güzel örneklerden biri Napoli’de bulunan Pompeii kentidir. Zengin Romalıların oturduğu kent, birçok açıdan şehir mimarisini içinde bulunduruyordu. İncelikle inşa edilmiş tiyatrolar, hamamlar ve Pazar yerleri vardı. Talihsizliktir ki MS 79 yılında şehrin merkezinde bulunan volkanik Vezüv dağı patlamış, tüm şehir sakinlerini taşa çevirmişti. Bu felaketin ardından şehir yaşanmaz hale geldi.
Romalıların mimari alanda ulaştıkları başarılar bunlar ile sınırlı değildi. Roma şehrini süsleyen, günümüzde hala ayakta kalan Colosseum, MS 80 yılında yapılmış muazzam bir amfi tiyatroydu. Gladyatör savaşlarından birçok halk etkinliğine kadar gösteriler burada düzenlenirdi. İkinci önemli yapı ise Hadrianus tarafından MS 126 yılında yaptırılan Panteon’du. Roma paganizminin baş tapınağı olan Panteon, tanrıların eviydi, birçok tanrının heykeli burada bulunuyordu. İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen farklı tür mermerler ile süslenen tapınak aynı zamanda Romalı İmparatorluğunun emperyalizmini simgeliyordu. Daha sonra Ayasofya başta olmak üzere birçok yapıda da farklı ülkelerden getirilmiş mermerler kullanılacaktı. Roma mermerleri olarak ünlenen bu akım, günümüz sanatçılarına ilham vermektedir.
Burada örnek olarak saydığımız iki yapının yanında Roma imparatorluğu şehirlerinde birçok muazzam şaheser vardı. Bu sayede Roma vatandaşlarının, imparatorlukla gurur duymaları sağlanmış oluyordu. Roma vatandaşı olmak birçok yanı ile çok avantajlı bir vatandaşlıktı. Daha önceki yazılarımızda Roma vatandaşlığının sadece Roma şehrinde yaşayanlara verildiğini belirtmiştik. Daha sonra Roma’nın müttefiki olan diğer İtalya sakinleri, MÖ 1. yüzyılın başlarında isyan etmiş, isyanları sonucunda Roma vatandaşlığını elde etmişlerdi. Topraklarını doğuda ve batıda genişleten Roma İmparatorluğu ilerleyen yıllarda başarılı ve imparatorluğa sadık aileleri Roma vatandaşlığına kabul ediyordu. Vatandaşlığa kabul edilen bir kişi artık Roma İmparatorluğu siyasi hayatının her aşamasında aktif olabiliyordu. Bu süreç uzun süre böyle devam etti. MS 212 yılında İmparator Caracalla, meşhur emirnamesi ile imparatorluğun içinde yaşayan tüm hür kişilere vatandaşlık verdi. İmparatorluğun en batısında Britanya eyaletindeki bir kişi ile en doğusunda Mezopotamya eyaletindeki kişi aynı Roma vatandaşlığını paylaşıyordu. Çok kültürlü global bir imparatorluk doğmuştu. Tabi imparator Caracalla, bu emirnameyi çıkarırken bunları düşünmüyordu. Muhtemelen imparatorluğun ekonomik çıkarlarını gözeterek bu emirnameyi çıkardı. Veraset vergisi sadece vatandaşlardan alınıyordu. Vatandaşların sayısının artması aynı zamanda vergi gelirlerinin de artmasını sağladı (Freeman, 545). Nufüs, Romalılar için kritik öneme sahipti. Bir eyalet düzenlendiğinde vergilendirme sistemini kurabilmek için nüfus sayımı yapılırdı (Freeman, 497). Nüfus sayımından sorumlu kişiler eyalet valileriydi. Bu valiler eyaletlerdeki her işten sorumluydular. Bizzat imparatora bağlı bu valiler birçok meselede imparatora danışırlardı. Bunların en güzel örneği Bithynia eyaleti valisi Plinius’un, yönetimle alakalı birçok meseleyi imparator Trajan’a(Traianus) danıştığı mektuplardır. Bu mektuplar yoluyla Trajan’in siyasi zekâsı ve Roma eyalet yönetimleri hakkında bilgi sahibiyiz. Bu mektuplarda Trajan’in üzerinde durduğu noktalar yönetimin halkın çıkarına olması ve yerel geleneğe saygı duyulması gerektiğini valisine söyler (Freeman, 499).
Tabi tarihi süreç içinde Roma yönetimi her zaman Trajan dönemi gibi barışçıl olmadı. İsyankâr eyaletlere karşı Roma İmparatorluğu, cumhuriyet döneminde olduğu gibi ibret dersi verdi. İsyanları çok kanlı olarak bastırdı. Bunlardan MS 60’lı yıllarda çıkan Yahudi isyanı en bilinenidir. İmparator Nero zamanındaki bu isyan doğuda Roma yönetimine karşı büyüyen öfkenin dışa vurulmuş haliydi. Yahudi dinine saygısız davranan imparator Nero, isyanın çıkmasını önleyemedi. Ardından gelen imparatorlardan Titus zamanında bir milyona yakın insan öldürülerek isyan bastırıldı. Kudüs’ün zenginlikleri Roma’ya getirildi. Bu seferin izleri bugün hala Roma’da Titus zafer takında görülebilmektedir.
Yahuda eyaletindeki bu isyan, imparatorluğun gerek olursa ne kadar sert olabileceğini gösteriyordu. Roma’nın eleştirilebilecek bir diğer yönü ise kölelik konusunda olmuştur. Roma İmparatorluğunun köle kaynağı savaşlardı. Savaşlarda esir düşen düşman askerleri köleleştiriliyordu. Cumhuriyet döneminin sonuna doğru Roma şehrinde 2 veya 3 milyona yakın köle vardı. Bu durumun cumhuriyet döneminde ekonomik krizlere yol açtığını iç savaş yıllarını anlattığımız yazımızda bahsetmiştik. İmparatorluk döneminde kölelik, hukuki normlar ile düzenlenmişti. Bakıldığı zaman antik çağın en ağır köle hukukuydu. Bununla beraber köle azat edilebiliyor ve azat edilen köle vatandaşlık kazanabiliyordu. Hatta MS 284 yılında tahta geçen Diocletainus’un bir köle çocuğu olduğu söylenmektedir (Freeman, 531). Kölelerin dışında imparatorluk içinde gelir dağılımında da problemler olduğu görülüyor. Özgür vatandaş olmasına rağmen nüfusun çoğu fakirdi. Azınlık zengin kısım Roma’nın aristokratik çevreleriydi. Bu durum hukuk sistemi dahi etkiliyordu. Kanun önünde eşit olması beklenen özgür vatandaşlar gelir durumlarına göre muamele gördükleri olurdu. “Honestiores” olarak adlandırılan ileri gelenler davalarda ilk elden dinlenirdi. Çok büyük cezalara çarptırılmazdı. İdam cezası gerektirecek bir suç işleyen Honestiores en fazla sürgüne gönderilirdi. Diğer yandan “Humiliores” olarak adlandırılan halkın yoksul kısmı, mahkemelerde daha ağır cezalara çarptırılır, doğruca çarmıha gerilerek idam edilirdi (Freeman, 501).
Roma İmparatorluğunun sosyal yapısının günümüz anlayışı ile birebir örtüşmesini bekleyemeyiz. Eski çağ devletleri arasında değerlendirildiğinde, Roma’nın en uç eyaletlerinden gelerek imparator dahi olan birçok devlet adamı olmuştu. Bunlardan ilginç bir örnek İngiltere’de bulunan bir mezar taşına yansımıştır. Bu mezar taşı Britanya valisinin karısı Arami Ragina’ya ait bir mezar taşıdır. Romalılar, Britanya’yı MS 43 yılında fethetmişlerdi. Fetihten hemen sonra buraya atanan valilerden Barates’in eşinin mezar taşı araştırmacıları şaşırtmıştı. Ragina(Latince “kraliçe” demek) adındaki kadın doğuda Palymira eyaletinde doğmuş bir Aramiydi. Köle olarak doğan, sonra azat edilen Ragina, Barates ile evlenmiş ve Britanya’ya gelmişti. İngiltere’de öldüğü zaman soylulara ait bir mezar taşıyla gömülen Ragina’nın mezar taşındaki Aramice yazılar dikkati çekmektedir. Aramice yazıda “Barates’in azatlısı Ragina” yazıyordu (Beard). Bu Romalılara ait bir hoşgörü ve ahlak anlayışını gösteriyordu. Pax Romana boyunca daha binlerce örnekleri ile Roma İmparatorluğunun günümüz dünyasına çok benzerlikleri vardı.
Pax Romana 200 yıldır birçok meyve vermişti. Doğudan batıya, imparatorluk barış içinde büyük bir medeniyet kurmuştu. MS 180 yılında son “iyi kral” Marcus Aurelius’un ölümü ile doğuda ve batıda sıkıntılar açığa çıkmaya başladı. Doğuda Helenistik krallık olan Seleukosların ardılı Parthlar MS 180 yılına kadar Roma karşında hiç mağlup olmamışlardı. Roma imparatorları, doğu sınırlarında Mezopotamya’ya kadar gelmiş, Parthlara toslayıp geri dönmüştü. Son fatih imparator Trajan, orduları ile doğuya giden son imparator olmuştu. Roma’nın saldırgan tavrı karşısında reaksiyoner olan Parthlar hiçbir zaman Mezopotamya sınırlarını aşarak batıya ilerlememişlerdi. MS 224 yılında Parth imparatorluğu içinde değişmeler oldu. Parthların hanedanlığı yıkılmış, Sasan adlı dedesinden dolayı kendisine Sasani denilen I. Ardeşir, Sasani imparatorluğunu kurmuştu. Parth hanedanlığı Ermenistan’a kaçtı (Garthwaite, 83). Yeni kurulan Sasani krallığı, eski Parth krallığının Ermenistan haricindeki topraklarından oluşuyordu. Sasaniler, İran topraklarına değişimi de beraberinde getirmişti. Aslında değişim kelimesi yanıltıcıdır. Çünkü Sasaniler, İran topraklarına değişim değil, kökleri ile bağlılığı getirmişti. İskender’in MÖ 4. yüzyılın sonundaki seferleri ile Helenizm’in etkisi içine giren Pers halkı, Sasaniler ile eski Zerdüşt kökenlerine geri dönüyorlardı. I. Cyrus(Kiruş)’un MÖ 6. yüzyılda Yunan topraklarına olan saldırısının ardından uzun yıllar batıya doğru genişlemesi durmuştu. Sasaniler ile yeniden başlayacak doğu ve batı mücadelesi 7. yüzyılda İslam’ın ortaya çıkmasına kadar devam edecekti. Doğuda Roma’ya problem olabilecek bir güç doğmuştu.
MS 235 yılında Severus hanedanlığı sona erdi. Bu tarihten sonra yaklaşık 50 yıl boyunca Roma siyasal istikrarsızlık dönemine girecekti. 50 yıllık kriz döneminde hükümdarlığı kısa süreli 18 imparator tahta çıktı (Freeman, 546). Roma imparatorluğu bu süreçte doğudan ve batıdan darbeler aldı. Doğuda büyüyen tehlikeden bahsetmiştik. İmaparatorluğun batı ve kuzey sınırlarından daha büyük bir tehlike doğuyordu. Aslında bu tehlike Ceasar’dan beri varlığını devam ettiriyordu. MS 3. yüzyılda ise daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir problem haline gelmeye başladı. Bu Romalıların Barbar kavimler olarak adlandırdığı Germen-Got kavimlerinin Roma sınırlarından içeriye sızmaları problemiydi. Belli başlı Germen kavimleri bir araya gelerek ilk defa MS 213 yılında kendilerine “Alamanlar”(bütün insanlar) olarak adlandırarak konfederasyon oluşturdular(Freeman, 539). Ostrogotlar, Vizigotlar, Franklar, Vandallar, Saksonlar, Angıllar gibi alt gruplardan oluşuyorlardı. Modern araştırmalar Germen kavimlerinin ilk olarak Karadeniz’in kuzeyinde yaşadığını ortaya çıkarmıştır. Bu kavimlerin aslında daha büyük bir göç zincirinin bir halkası olduğu ortaya çıktı. Orta Asya bozkırlarında siyasi, ekonomik ve iklimsel nedenlerle doğudan batıya göç eden bozkır kavimleri Karadeniz’in üzerine daha sonra da Balkanlara kadar inmişlerdi (Czeglédy). Bozkır kavimlerinin bu göçü, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Germen kavimlerine baskıya uğratmıştı. Bu baskı sonucunda Germen kavimleri “Barbarlar” ile “Medenileri” ayıran doğal çizgi Ren Nehrini aşarak imparatorluk içlerine girmeye başladılar. 3. yüzyılın ortalarına doğru Ren nehri boyunca Germen kavimleri ile Roma İmparatorluğu arasında sıcak çatışmalar olmaya başladı. Bu savaşlardan birinde imparator Decius MS 251 yılında savaş meydanında Gotlar tarafından öldürüldü (Freeman, 547). Bu durum Germen kavimlerinin, Roma İmparatorluğu için çok büyük bir problem olduğunu ortaya koydu. Roma, cumhuriyet döneminde de Kelt ve Samnit kavimleri ile benzer problemler yaşamıştı. Cumhuriyet dönemini anlattığımız yazımızda Roma’nın bu kavimlerin üstesinden gelmek için yaptığı yakım ve yıkımlardan bahsetmiştik. Ancak imparatorluk dönemine gelindiğinde bu politika işlememiş, Roma’nın gücü Germen kavimleri karşısında aciz kalmıştı. Batı Roma’nın sonunu getirecek ve bugünkü Avrupa’nın temellerini atacak kavimler de yine bu Germen kavimleri olacaktı.
Doğuda ve batıda büyüyen problemler Roma’nın sonunu hazırlıyordu. Halledilemeyen bu problemlerin yanında bu kriz dönemde üstesinden gelinen problemler de ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri daha önce bahsettiğimiz Zenobia’nın isyanı ve Palmyria eyaletinin Ege denize kadar Roma’nın topraklarını ilhak etmesi olayıydı. Bu olay her şeye rağmen Roma’nın doğu topraklarında gücünü koruduğunu gösteriyordu. Belki de bu durum yakın gelecekte Batı Roma’nın yıkılmasına rağmen doğu Roma’nın 1000 yıl daha varlığını devam edeceğine işaret ediyordu.
İmparatorluğun doğu ve batı sınırlarında bu gelişmeler dolaylı olarak imparatorluğun iç yönetimi de etkilemiş, eyalet yönetimlerinde sorunlar ortaya çıkmıştı. Sosyal krizleri ekonomik krizler takip etti. Roma’nın resmi parası olan Dinarus’ta gümüş miktarı azaltılmak zorunda kalınmıştı. Bu kriz döneminden çıkış ancak yeni bir reformasyon ile sağlanabilirdi. Nitekim MS 284 yılında tahta geçen azatlı köle Diocletianus, getireceği yeni bir sistem ile Roma İmparatorluğunda değişimler meydana gelecekti.
Diocletianus, Dalmaçya kasabasında MS 243 yılında bir köle çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Mizacındaki sert yapı sayesinde kısa süre içinde orduda sivrilmiş, askerlerin güvenini kazanmış bir karizmatik lidere dönüşmüştü. Kriz dönemlerindeki kararsız imparator profiline göre çok kararlı bir yapıya sahipti. MS 284 yılında ordusu ile birlikte imparatoru alaşağı ettikten sonra kendini Augustus ilan etmişti (Freeman, 554). 20 yıla yakın saltanatı süresince eyalet yönetiminden, ekonomiye, Roma anayasasından toprak ve vergi sistemine kadar birçok değişikliği getirmişti. 20. yüzyıl siyasi sistemlerine benzetmek gerekirse, en çok askeri vesayet sistemine benziyordu Diocletianus’un hükümdarlık yılları.
Diocletianus reformlarından en önemlisi MS 293 yılında Tetrarchia sistemini Roma İmparatorluğuna getirmesi olmuştu. Bu sisteme göre Roma’nın yönetimi doğu ve batı olarak ikiye bölünecekti. Hem doğu da hem de batı da bir Augustus bir Ceasar unvanında iki üst düzey yönetici olacaktı. Augustus, pratikte kral, Ceasar ise vezir gibi olacaktı. Diocletianus doğunun yönetimde kalmış, batıyı Augustus unvanı ile Maximianus’a bırakmıştı. Doğunun Ceasar’ı Galerius olurken batının Ceaser’ı I. Constantinus(Büyük) olacaktı (Tekin, 289). Bu dörtlü yönetim Diocletianus’un hükümdarlık süresi boyunca problem ortaya çıkarmazken, ölümünün ardından Roma’nın ikiye bölünmesine kadar birçok probleme neden olacaktı. Diocletianus döneminde problem olmamıştı çünkü Diocletianus, otorite sahibi baskın bir liderdi. Bu şahsi karakterinin yanında bu otoritesini bir de hukuki olarak tescil ettirmişti. İlk imparator Augustus’tan beri Roma imparatorlarının hukuki unvanları “Princeps” yani “yurttaşlar arasında birinci” idi. Ancak Diocletinaus’un reformları ile imparator artık “Princeps” değil “Dominatus” olmuştu. İmparator, imparatorluk üzerinde mutlak otoriteye sahipti. Monarşik bir yönetimin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu sayede Diocletinaus’un iktidarı daha da pekişmiş oldu.
Diocletinaus’un sosyal ve ekonomik reformları ile kriz döneminin yaralarını sarmaya çalışıyordu. İlk olarak klasik Roma parası olan Dinarus Solidus’a dönüştürüldü (Freeman, 556). Piyasa ekonomisinde fiyatların üst sınırı belgesi çıkarıldı. Ekonomide liberal sistem bırakılarak devletçi sisteme geçildi. İlk kez bütçe planlandı. Araziler tespit edilip, vergilendirme sistemi oluşturuldu (Freeman, 555).
Yönetimde askeri vali uygulaması getirildi. Eyalet sayısı ikiye çıkarılarak her eyalete bir sivil bir de askeri vali atandı. Her eyalet valisi aynı zamanda ordunun komutanı haline geldi (Freeman, 555). Bu kriz dönemin bıraktığı bir travma idi aynı zamanda. Her eyalet her an savaşa hazır hale getirildi.
Görüldüğü gibi Diocletianus, Roma İmparatorluğunun tekrar kurucusu olma işine soyunmuştu. Siyasal sitemden ekonomiye, şehirlerden kültürel yapılanmaya kadar birçok alanda yeni bir “Roma” kuruyordu. Bu süreçte en ufak bir muhalefete, en ufak bir farklılığa tahammüllü yoktu. Nitekim bu süreçte en çok zarar gören toplum Hristiyanlar olmuştu.
Hristiyanlık, Roma’nın Cumhuriyet rejiminden İmparatorluk rejimine geçiş sancıları geçirdiği bir dönemde doğuda Yahuda eyaletinde doğan Nasıralı İsa önderliğinde başlayan yeni bir dindi. Aslında Hristiyanların ilk yıllarına bakıldığı zaman İsa bir Yahudi, ve getirdiği dinin ilk havarilerinin de Yahudi olduğu görülecektir. İsa hiçbir zaman Eski Ahidi(içinde Tevrat’ın yer aldığı antik kutsal Yahudi yazmaları) okumaktan da geri durmadığı görülmemektedir. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz MS 60 yılında başlayan büyük Yahuda isyanına kadar Yahudiler arasında ortaya çıkan yeni bir akım olarak algılanmıştı. Yeni Ahid(içinde İncillerin de bulunduğu ilk dönem Hristiyan yazmaları) metinlerine bakıldığı zaman ilk Hristiyanlar arasında Yahudi olmayanlara(gentile) İsa’nın mesajının ulaştırılıp ulaştırılmayacağı tartışılmıştı. Bunun üzerinde MS 50 yılında Kudüs’te toplanan havariler ve elçiler(Paul, Barnabas vs) Yahudi olmayanlara(gentile) da İsa’nın mesajını ileteceklerine ancak Musa’nın kanunlarına uymalarının gereği olmadığına karar vermişlerdir (Elçilerin İşleri:15). Bu karar Hristiyanlık tarihindeki kritik kararlardan biri olmuş ve ilk defa Yahudiler arasdında çıkan bir inanç tüm insanlığa ulaştırılmak için elçiler özellikle Roma İmparatorluğu olmak üzere dünyanın dört bir tarafında dağılmışlardı. Bunlardan Pavlus(Paul), Roma İmparatorluğun boyunca seyahatler yapıyor ve onlara cennetin krallığını vaat ediyordu. Talihsizlik ki, İmparator Nero zamanında çıkan yangından ilk Hristiyanlar sorumlu tutulmuş ve arenalarda zalimce öldürülmüşlerdi. Aslında İsa’nın idam kararıyla beraber Hristiyanlığın gelecek 300 yılı tahmin edilebilirdi. İsa’nın mesajının yayma çabası ve bunun engellenmesi için yapılan zulüm arasında gidip gelen bir süreçti. Pasif direnişe karşı işkenceydi ilk Hristiyanların gördükleri. Ancak şaşılacak şekilde her geçen gün sayıları giderek artan Hristiyanlar, İmparatorları korkutmaya başlıyordu. Hristiyanlık dininin cazibesi takipçilerine öldükten sonra sonsuz mutlu bir hayat sunmasındaydı. Roma’nın pagan dini bu konuda zayıftı. İşkence ve baskıların sonuç vermediğini gören Roma imparatorlarından Dacius, Hristiyanlık dinine rakip olabilecek, takipçilerine öldükten sonra hayat vaat eden “… “ dinini diriltmeye çalıştı. Ancak bu samimiyetsiz bir girişimdi ve halkta yankı duymadı. MS 290’lı yıllara gelindiğinde Diocletianus yönetimde Roma İmparatorluğunda yeni bir devlet inşası gerçekleşiyordu. Diocletianus’un devrimlerine tehdit oluşturabilecek her unsur yok edilmeliydi. Nitekim Hristiyanlar, pasif direnişleri ile muhalifler içinde yer alan en kalabalık gruptu. MS 295 yılında Diocletianus, Hristiyanlara akıl almaz bir zulüm başlatacaktı. Plan şöyleydi: Her vatandaş imparatorun heykelinin önünde “Augustus” adına kurban kesecek, ona sunaklar sunacaktı. Bir nevi İmparator her bir vatandaştan bağlılık yemini vermesini istiyordu. Ancak bu uygulama tek tanrı inancına sahip olan Hristiyanlık inancı ile çelişiyordu. Hristiyanlar Rab’dan başkası için kurban kesmiyorlardı. Bu açıkça imparatorun emrine karşı tanrının emrini üstün tuttuklarını gösteriyordu. İmparator için kurban kesmeyen herkes Hristiyan olarak adlandırılıyor, türlü türlü işkencelere tabi tutuluyor ve arenalarda aslanlara yem ediliyordu. Daha sonraki Hristiyan tarihçiler arasında bu dönem “Büyük Zulüm” olarak adlandırılacak ve tekrar tekrar yad edilecekti. Bu süreç Büyük Constantinus’un tahta geçmesine kadar devam etti.
Diocletianus MS 303 yılında tahtan çekildi. Ardında yeni bir imparatorluk bırakan Diocletianus aynı zaman da imparatorluğun ikiye bölünmesinin ilk temellerini de Tetrachia sistemi ile atmıştı. MS 303 yılında imparatorluğun doğusu ve batısı farklı krallar tarafından yönetiliyordu. Batıda Augustus ünvanı ile Constantinus Magnus(Büyük) vardı. Doğuda ise yine Augustus ünvanı ile Galerius doğu topraklarını yönetiyordu. Tarih boyunca tüm çift krallar da olduğu gibi bu iki kral arasında da kavgalar başlayacaktı. Doğunun kralı Galerius, Constantinus’un başarıların da endişe duyuyordu. Kısa bir süre dahi olsa Constantinus’u tahtından edebildi. MS 311 yılında Galerius ölünce yerine oğlu Maxentius doğu topraklarında tahta geçti. Maxentius ilk iş olarak batıya yönelecek ve Constantinus’u tahtan indirecekti. MS 312 yılında Roma yakınlarına kadar gelen ordu Milvius köprüsüne ulaştığında Constantinus’un ordusu ile karşılaştı (Tekin, 297). Bu savaş sonucu itibarıyla değil ama ilginç bir yönüyle tüm Avrupa tarihini etkilemiştir. Savaştan önce Constantinus, askerlerinin kalkanına Hristiyanlarca kutsal sayılan haç işaretinin konulmasını istedi. Bu sayede Hristiyanların tanrısını deneme fırsatı olacaktı. Savaş sonunda Cosntantinus galip gelmişti. Bu zafer Constantinus’un Hristiyanlığa karşı bakışını değiştirmişti. Savaştan kısa süre sonra MS 313 yılında Milano Emirnamesi olarak bilinen bir bildirge yayınlayarak Hristiyanlara yapılan zulme son vererek, Hristiyanlık dinini meşru hale getirdi. Savaş sonunda doğunun tahtına Licinius geçti. İlk yıllarda Licinius ile Constantinus’un ilişkileri iyiydi. Ancak Licinius’un doğu topraklarında Hristiyanlara yapılan zulme devam ettiğini öğrenen Constantinus MS 324 yılında ordusunu toplayarak doğuya yöneldi. Hadrianopolis’te(Edirne) meydana gelen savaşta Licinius yenildi. Roma İmparatorluğu bir kere daha birleşmiş, Constantinus doğunun ve batının imparatoru olmuştu. Constantinus tüm imparatorlukta tek imparatordu. Constantinus!u “Büyük” yapan onun bu birleştirici özelliğiydi. Roma topraklarını birleştiren Constantinus diğer bir birleştirme adımı daha atacaktı. İsa’nın ölümünden itibaren Hristiyanlar arasında İsa’nın ilahi bedeni hakkında uzun süren tartışmalar ortaya çıkmıştı. Bu tartışmaları sona erdirmek, Hristiyanları birleştirmek için Constantinus İznik’te küresel bir toplantı düzenledi. Daha sonra Nicaea Konsülü olarak adlandırılacak bu toplantı da Arius ve takipçileri aforoz edildi. İlk defa kilise devletleşmiş ve ilk defa Heretik(sapkın/sapık) kavramı ortaya çıkmıştı. Daha sonra Orta çağ boyunca bütün Avrupa’nın kaderi üzerinde etkili olacak kilise zulme uğradığı topraklarda devletleşmiş ve büyük bir güç merkezi haline geldi.
Constantinus’un adını günümüze taşıyan icraatı ise İstanbul’u başkent yapması olmuştur. İstanbul imparatorluğun doğusu ve batısı arasında çok kilit bir mevkide bulunuyordu. Constantinus ile başlayacak yeni Hristiyan Roma için çok ideal bir başkent olabilirdi. Derinliklerinde pagan dinine ait hatıraları barındıran Roma şehri Constantinus ile başlayacak yeni devir için uygun değildi. Bunun farkına varan Constantinus, eski bir balıkçı kasabası olan “Byzantion”u MS 330 yılında başkent ilan etti. Byzantion kasabı bundan sonra Konstantinopolis olarak adlandırılacaktı. Constantinus’un İstanbul’u başkent ilan etmesiyle beraber açıkça yeni bir dönem başlamıştı. Daha sonra tarihçiler bu dönemi klasik Roma İmparatorluğu döneminden ayırmak için İstanbul’un eski ismi olan “Byzantion”u yeni Roma imparatorluğunun ismi olarak kabul edeceklerdi. Constantinus ile beraber Bizans dönemi resmen başlamıştı.
Roma İmparatorluğu Constantinus’un ölümünden Theodosius’un MS 395 yılında ölümüne kadar tek imparatorluk olarak yönetildi. Theodosius’un ölümü ardından doğu ve batı Roma ebediyen birleşemeyecekti. Batı Roma imparatorluğu “Barbar” kavim olarak adlandırılan Germen-Got kavimleri tarafından tamamen işgal edilmişti. Tarihin garip bir cilvesidir ki son Batı Roma kralı Romulus Augustulus(MS 475-476) Roma İmparatorluğunun ilk kurucusu olan Romulus ile aynı isimde olan tek imparator oldu. Doğu Roma İmparatorluğu Batı’nın MS 476 yılında yıkılışından sonra yaklaşık 1000 daha varlığını devam ettirmişti. Doğu Roma İmparatorluğunu klasik çağdan ayırmak için tarihçiler bu döneme Bizans dönemi olarak adlandırmışlardı.
Antik Roma, MS 476 yılında tarihe gömülürken arkasında iki miras bırakmıştı. Bunlardan ilki Barbar kavimlerin üzerinde yükselen Avrupa medeniyetiydi. Batı Avrupalılar bir çok medeniyet müesseselerini Antik Roma’dan miras almışlardı. Bu nedenle Batı medeniyeti merkezli bugünün dünyası Romalılara çok şey borçludur. İkinci miras ise Ortodoks dünyadır. Roma’nın Hristiyanlık dini ile birleşen biraz doğulu biraz batılı karaktere sahip Ortodoks dünyası Bizans’ın, dolayısıyla Antik Roma’nın bugünün dünyasına mirasıdır. Mezopotamya’da başlayan medeniyet treni Greko-Romen dünyaya uğramış, birçok birikim elde ettikten sonra ilerlemeye devam ediyor. Şimdi istikamette ortaçağ Cristendom’u ve Arap yarımadasından çıkıp dünyaya yayılacak İslam medeniyeti vardır. Medeniyet denilen soyut olgu insanlığın ortak mirası olamaya devam edecektir.
SON
Kaynakça:
1. Tekin, Oğuz. Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş. İletişim Yayınları. 2015. İstanbul
2. Garthwaite, Gene R. . İran Tarihi. Çev:Fethi Aytuna. İnkılap Yayınları.İstanbul. 2018
3. Dr. Pierre Bordreuil, Prof. dr. Françoise Briquel-Chatonnet, Prof.Dr. Cecile Michel ve diğerleri. Tarihin Başlangıçları: Eski Doğu Kültür ve Uygarlığı. Alfa Yayınları. İstanbul. 2015
4. Dr. Memiş, Ekrem. Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi. Ekin Yayınevi. Bursa. 2015
5. Durant, Will. The Story of Civilization, Vol-I:Our Oriental Heritage. Simon and Schuther Publication. New York. 1954
6. Dr. Freeman, Charles. Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları. Çev: Suat Kemal Angı. Dost Yayınları. 2018. Ankara
7. Russ, Jacqueline ve diğerleri. Felsefe Tarihi Cilt-1: Kurucu Düşünceler. Çev: İsmail Yerguz. İstanbul. 2018
8. Bread, Mary. Mary Beard’s Ultimate Rome: Empire Without Limit. BBC DOcumentary. 2016
Resim Kaynakçası:
1. https://en.wikipedia.org/
2. https://twitter.com/WritingHelena/status/1132690508726321152
3. https://www.armstrongeconomics.com/international-news/politics/islam-v-christianity-part-ii/
4. https://tr.pinterest.com/pin/788411478493635609/
5. https://www.iranroute.com/sights/95/naqsh-e-rustam