Ekonomik düzenlemeler ve denetlemeler ile ilgili olan yazımın 2. bölümüne hoş geldiniz. Bir önceki bölümde Büyük Buhran’dan ve bunun gibi krizlere karşı alınmış olan tedbirlerden bahsetmiştim. Devam edelim.
Dünya üzerindeki çeşitli canlıların tehlikelere karşı belli tepkileri olur. Belli durumlarda bir şeyin zararlı olduğunu görmeleri için bu şeye maruz kalmaları gerekebilir canlıların. Sonuç acı verici olur, ancak canlı yapmaması gereken şeyler listesine bir madde daha ekler, gelecek bir zarardan kaçınır. İnsanlık için bu zararlı durumlardan biri de 1929 öncesi piyasaların durumuydu. Acı verici sonuç ise Büyük Buhran’dı. Ancak şöyle bir şey var ki acı ve ödül kapsamında canlılarda işleyen bu geri dönüt mekanizması; karmaşık ekonomik, politik ve toplumsal sistemlerde etkin olan bir mekanizma olmayabilir. Eğer olsaydı şu an bu yazıyı yazıyor olmazdım. İnsanlar Büyük Buhran’dan belli sonuçlar çıkarmış olsalar ve bu sonuçlar doğrultusunda çeşitli düzenlemeler ve denetleme sistemleri getirmiş olsalar da zaman içerisinde bu düzenleme ve denetlemelerin de zararlı olduğuna karar verdiler. Bu da bizi bu seferki konumuza getiriyor. 2007-2008 finansal krizi. Bu konuyu da yine ABD kapsamında işleyeceğim.
Bir senaryo hayal edelim. 40’lı yaşlarında, üç çocuğu olan, gayretle çalışıp geçimini sağlamaya çalışan birisiniz. Harcamalarınızdan cüzi miktarda arta kalan paranızı da çocuklarınız geleceği ve belki de arada bir gideceğiniz tatiller için biriktiriyorsunuz. Bu parayı da mevcut ekonomik sistemde yastığınızın alına koyup bekleyeceğiniz yok herhalde, gidip bankaya yatırıyorsunuz faizini de alıyorsunuz. Paranızı yatırdığınız bu banka geçen yazımda bahsettiğim mevduat bankalarından biri. İmzaladığınız anlaşmaya dayalı olarak paranızı saklamak ve talebiniz karşılığında da geri vermekle yükümlü bu banka. Dolayısıyla bu parayı kaybetmemek amacıyla paranızı kime borç olarak verdiğine çok dikkat etmek zorunda. Eğer parayı kime borç verdiğine dikkat etmeyecek olursa, size bu parayı gerektiğinde geri veremeyebilir ve batmakla yüz yüze kalabilir.
Şimdi de daha geniş bir kapsamda düşünelim. Sizin gibi bankaya parasını yatıran yüz binlerce hatta milyonlarca insan var . Bankalar da binlerce küçük ve orta boyutlu işletmelere veya doğrudan başka bireylere borç olarak veriyor yatırılan bu paraları. Sizin yatırdığınız para yerel işletmelerin veya çeşitli bireylerin aldığı borçlara dönüşüyor. Bankalar da bu işletme ve bireylerin bu parayı geri verebileceğinden emin olmak istiyor. Verilen borçlardan bazıları da çeşitli bireylerin ev satın almak amacıyla aldığı borçlardır. Bankalar da kendilerine para yatıranları ve temelinde kendilerini (bu durumda siz) güvence altına almak için “ipotek” kullanırlar. Gayrimenkul satın almak isteyen bireyler veya işletmeler fiyatı zamanla ödemek için ipotek kullanabilirler. İpotek altında, bireyler ve işletmeler borçlarını ödeyemediği/ ödemediği zaman, borcu verenler ipotek altındaki eşyaya (bu durumda gayrimenkul) “el koyarlar”.
Bu genel durumun aşırı basitleştirilmiş hali diyebiliriz ama bizim amacımız için yeterli. Ancak belli durumlarda bu ipotekler de yeterli olmayabilirler. Yani alınan borcun ödenmemesi üstüne bir de ipotek ettirilen eşyaların değerleri alınan borcu karşılamıyor olabilir. Böyle bir durumda bankalar verdikleri bu borcu geri alamamayla karşı karşıya olabilirler. Dolayısıyla bu tarz ipotekler yüksek faizlerle verilir. Bu yüksek faizi ödememek için de borç alacak kişiler almamayı tercih ederler. Eğer bankalarda öncelikli olarak bu yüksek faizli, riskli ipotekler kullanılırsa alınan borçların geri ödenmemesi durumunda bankaların ipotekten elde edecekleri eşyalar bütün alacaklıların parasını karşılamaya yetmeyecektir ve böylelikle para yatıranlar da birikimlerini kaybedebilirler. Hayal ettiğimiz senaryoda 40’lı yaşlarında 3 çocuğu olan kişi birikimlerini kaybetti kısacası. Bankadan yüksek riskli ipotek alıp ev satın alan kişi de evsiz kaldı. Bankanın batmasıyla da sayısız kişi işsiz kaldı. Küresel finansal krizin en temelinde de bu yüksek faizli, riskli ipotekler yatıyordu.
Hatırlarsanız bir önceki yazıda Glass-Steagall yasasından bahsetmiştim. Bu yasanın maddelerinden birinde de mevduat ve yatırım bankalarının arasındaki işlemlerin denetlenmesi ve azaltılmasıydı. Dolayısıyla yatırım bankaları mevduat bankalarıyla işlem yaparak bu bankalardan borç alamayacak ve bu borçları da yatırımcılara veremeyecekti. Yatırımcıların ve yatırım bankalarının iflası etmesi durumunda mevduat bankalarındaki birikimler güvenceye alınmış olacaktı. Ancak 1980’de Ronald Reagan’ın başkan olmasından günümüze kadar gelen dönemde ABD’de (ve dünyada çeşitli yerlerde) düzenleme yasaları geri çekildi ve denetimde azalmalar gerçekleşti. Bu duruma gerekçe olarak da 1970’lerdeki stagflasyon krizinin hükümetlerin / devletlerin ekonomiye aşırı müdahalesi sonucunda oluşmuş olması ve bunun tersine çevrilmesinin “gerekliliği” gösterildi. 1980’lerin ardından uygulanan bu “de-regülasyon” politikalarıyla paralel olarak 1986-1995 yılları arası tasarruf ve kredi krizi (savings and loan crisis, S&L crisis) gibi krizler veya dot-com balonu gibi adeta bir Ponzi Oyununu / saadet zincirini andıran ekonomik balonlar oluşmuştur. Bu denetim ve düzenleme azalmalarını sağlayan yasalardan biri de Gramm-Leach-Bliley yasasıydı. Bu yasa Glass-Steagall yasasını fesheden bir yasa olmuştur. Glass-Steagall’ın geri çekilmesi sonucunda da yatırım bankaları ve mevduat bankları arasındaki işlem kısıtlamaları ortadan kalkmıştır.
Yatırım bankaları bahsettiğim ipotekler dahil olmak üzere mevduat bankalarından çeşitli borçlar satın almaya başladılar. Yatırım bankalarına daha fazla borç vermek amacıyla da mevduat bankaları yüksek riskli ve yüksek borçlu ipotekleri de kabul ediyorlardı. Yatırım bankaları bu yüksek riskli borçları almaya devam ettiler. ABD’de o döneme kadar ipotek borçları hep ödenen, güvenli yatırım noktaları olarak görülüyordu. Bu yüksek riskli ipotekler devreye girince de konut satımları daha geniş bir kitleye borç verilebildiği için artıyordu. Konut piyasası ABD’de yükselişe geçiyor, herkes konutlara yatırım yapmak istiyordu. Konutların fiyatı artıyor ve artıyor, kendi değerlerinin çok üstünde bir noktaya ulaşıyor, kısacası balon patlamaya yaklaşıyordu. Yüksek riskli ipotekler ve diğer her türlü borçlar (kredi kartı borçları, öğrenci borçları vs.) yatırım bankalarınca teminatlı borç yükümlülüğü (collateralized debt obligation, CDO) olarak karmaşık borç havuzlarında biriktiriliyordu. Bu teminatlı borç yükümlülükleri de derecelendirme şirketleri tarafından en yüksek puanlarda değerlendiriliyorlardı, aslında öyle olmasalar da. Çünkü değerlendirme şirketleri değerlendirmelerinin yanlış çıkması durumunda sorumlu tutulmuyorlar ve değerlendirmeler sırasında yüksek meblağlarda ödeme alıyorlardı. Yatırım bankaları yatırımcılara borç verirlerken bu teminatlı borç yükümlülüğü havuzlarını kullanıyorlar ve yatırımcılardan borçlarını geri aldıkları sürece havuzların riskleri / tehlikeleri umurlarında olmuyordu.
Yüksek faizli, yüksek riskli ipotek borçları erken 1990’ların sonu ve erken 2000’lerde 10 yıl içerisinde 30 milyar dolar düzeylerinden 600 milyar dolar düzeylerine kadar çıktı. Yatırım bankaları aynı zamanda aldıkları bu yüksekli riskli borçların başarısız olması durumuna karşın AIG (American International Group) gibi sigorta ve finansal hizmet şirketleri tarafından verilen kredi temerrüt swapı denilen sigortalar satın alıyorlardı. Kredi temerrüt swaplarına göre sigortayı yaptıran yatırım bankaları ve/veya diğer aktörler sigorta şirketlerine dönemsel primler verir ve sigorta şirketleri teminatlı borç yükümlülüklerinin başarısız olması durumunda sigortalılara ödeme yapar. Aynı zamanda kredi temerrüt swaplarına göre sadece teminatlı borç yükümlülüğüne sahip olan bankalar değil prim ödemelerini yapabilecek herkes bu swapları alabilir. Bir benzetme yapacak olursak; bu durum sizin bir kazaya karşı yaptırdığınız araba sigortanızın yanı sıra, alakasız kişilerin de sizin arabanızın kaza yapmasına karşın bir sigorta yaptırmasına benziyor. Neden başkalarının sizin arabanızın kaza yapmasına karşın sigorta alamadığını açıklamaya gerek yok. Teminatlı borç yükümlülükleri de derecelendirme şirketleri tarafından en yüksek puana sahip oldukları için, AIG gibi sigorta şirketleri de kredi temerrüt swaplarını verirken tereddüt bile etmiyorlar.
Her şeyi şöyle bir özetleyecek olursak, bütün bu karmaşık terimlerin ve işlemlerin sonucunda mevduat bankalarına yatırılan paralar akıl almayacak yerlerde kendilerini göstermeye başlarlar. Bahsettiğimiz yüksek riskli ipoteklerin de başarısız olması durumunda, yatırım bankalarının oluşturduğu teminatlı borç yükümlülükleri de başarısız olur, yatırım bankaları aldıkları borçları geri ödeyemezler ve sigorta şirketlerine dönerler, sigorta şirketleri de sadece bu bankalara değil de herkese sigorta verdikleri için sigortalarını ödeyemezler. Bu da ekonomideki en büyük bankaların ve sigorta şirketlerinin çöktüğü, insanların hayat birikimlerini kaybettiği, işletmelerin çöktüğü ve hükümetlerin zaten katlarca kez artmış olan işsizliğin ve korkunç sayılara ulaşmış kamu maliyetlerinin daha artmaması için başta bu krize sebep olmuş şirketleri ve türevlerini batmaktan kurtarmak adına yüzlerce milyar dolarlık kurtarma paketleri hazırlamasıyla sonuçlanır. Bu kurtarma paketleri oluşturulurken devlet sahip olduğu firmaları satmak, vergileri artırmak ve sosyal projelerden bütçe kesintisi yapmak gibi yollara başvurmak zorunda kalır. Yani hayat birikimlerini zaten kaybetmiş halk üstüne bir de çeşitli sosyal yardımlardan veya gelirlerinden feragât etmek zorunda kalırlar. Alt gelir grupları ekonomik olarak daha kötü durumda olurken, bu yatırım bankalarının üst düzey yöneticileri herhangi bir sonuca katlanmadan milyar dolarlık satın almalar ve milyon dolarlık istifa paketleri arasında, elde ettikleri zenginlikleri elde tutmaya devam ederler. Peki ama çözüm ne? Neler yapılmalı? Bu tarz soruları da 3. ve bu konudaki son yazıma bırakıyorum.