“Bütün dünya bir sahnedir.
Ve bütün erkekler ve kadınlar
sadece birer oyuncu…
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi birçok rolü birden oynar,
bu oyun insanın yedi çağıdır…
İlk rol bebeklik çağıdır, Dadısının kollarında agucuk yaparken…”
(William Shakespeare, As You Like It)
Bedenimize sığdırılarak sınırlandırılmış fiziksel varoluşumuzun, içinde sonsuz boyut barındıran ruhsal bir güdüm taşıdığını düşünürüm, naçizane. Hayatı algılamaya başladığımız andan itibaren, kostümümüzü ve makyajımızı seçip karakterimizi yaratmaya başladığımızda önce seyircimizi tahlil etmeye temayül ederiz. “Bu seyirci kimdir, nereye aittir, hangi çağın bir parçasıdır, sahip olduğu doğruların kökeni nedir?” cevaplamamız gereken temel sorulardan bazıları hâline gelir. Fikrimce, olgunlaşmaya attığımız ilk adımlar ile zihnimiz, seyircide sabit kıldığımız odağı kendimize yöneltmek fikrine yakınlaşır. Sahip olduğumuz birçok rolün şekillenmesinde bizden beklenenler etkin rol oynarken hayatımızın dönüm noktasını barındıracak bir süreçte, kendimizin bizden ne beklediğini anlamaya ve bunun hayatımızdaki dönüşümsel tezahürünü görmeye yelteniriz. Bu seyir bizim için, hayatın beklentileri ve keşmekeşi içinde beyaz kâğıda sütle yazılmış “biz” ve “ben”i barındıran içselleştirilememiş kavramlara duyduğumuz özlemin bir tecessümü gibidir. Bize en ait, en muhtaç ve en sadık olanı -bizi- unutmaya başladığımızı fark etmenin sızısı sarar sezgimizi. Perdeler kapanıp ışıklar söndüğünde, oynadığımız onlarca rolden sıyrıldığımızda, bizden gitmeyen; aksine bizi alkışlamaya inatla devam eden yine bizizdir oysa. Yaşam oyunu, belki de uzunluğunu bilmediğimiz, ancak izlemekten de oynamaktan da acısıyla, tatlısıyla her şeyden daha çok keyif aldığımız tek oyundur. Kahramanı bizizdir çünkü bu oyunun. Bu kahramana iyi bakılmalıdır, hastalandığını haykırmasına gerek kalmadan yoklanmalıdır sıhhati. Girip çıktığımız bu hayat sahnesinde kahramanın bizim için yaptığı fedakârlıklar, katlandığı zorluklar, döktüğü alın teri en kutsalımızdır bizim. Bize en sadık olanımızdır o. En değerlimiz ve bizi en çok özleyenimiz…
Bu düşünceler zihnimde yerini almaya başlarken saygıdeğer William Shakespeare’in dünyasına naçizane bir adım atıyor olduğumu fark edip mutlu oluyorum. Onun hayatını öğrenmek ve davasını daha iyi kavramak için onu araştırmaya başlıyor ve yazdığı Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth, As You Like It gibi oyunlarında çatışmaların doğurduğu temel endişeleri idrak etmeye çalışıyorum. Macbeth’in tamamını bir kez daha okumaya karar veriyor ve yazıma ona değinerek devam etmek istiyorum. Bu yapıtta dikkatimi çeken tema; bireyin, daha fazlasına ve iyisine ulaşabilmek için sahip olduğu gözü kara açlık oluyor. Bu açlığı gidermek için feda ettiği değerleri, vicdanı ve hatta kendi varoluşu dikkatimi çekiyor. Öyle ki Lady Macbeth ve Macbeth kendi isimlerini yüceltmek, kral ve kraliçe olabilmek yolunda dehşet verici cinayetler işliyor. Ancak oyunun sonunda her ikisinin de bu hırs uğruna kurban ettiği tek şey kendileri oluyor. Geride bıraktıkları ise ne isimleri, ne de onurları oluyor. Başkalarının varlığını yok sayarak var olmaya ve yücelmeye çalışmak durumunun dönüp dolaşıp eylemin öznesine zarar verdiği bir döngüye şahit oluyorum. Ancak her ne olursa olsun bu döngüde yok sayılanın iyi ve doğru kalmaya çalışanlar olmasının da acı verdiğine inanıyorum. W. Shakespeare’in de söylediği gibi; iyi insanları başlıklarındaki çiçekler solmadan öldürmeyelim.
“Bu bitaraf adalet, zehir doldurduğumuz kadehleri sunuyor kendi dudaklarımıza.”
William Shakespeare’in hayatını ve yapıtlarını konu alan bir düşünce yazısında zihnimi renklendiren bir cümle ile karşılaşıyorum: “Shakespeare, bırakalım eskimeyi, her nesilde yeniden doğar, her nesille yeniden büyür.”. Bu cümleyi kalbimde hissedebiliyorum. 16. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında yıkılmaz bir köprü kuruyor W. Shakespeare; belki de zaman geçtikçe değeri daha da artan bir köprü. İnsanın çok boyutlu varoluşunu, kurduğu dünyayı ve özümsediği; ötekileştirdiği değerleri ele alıyor. Bu beni büyülüyor. Sınırlı varoluşun sınır tanımayan boyutlarını anımsıyorum tekrar; insan dediğimiz varlığın kudretini ve bir o kadar muhtaçlığını, içinde barındırdığı çıkmazları, tezatları, kutsiyeti; dünyaya kök saldığı nedenleri… Yaşam oyununda, kahramanların benzer ve ebedi sayılabilecek doğalarıyla bambaşka deneyimlere şahit olmaları mest ediyor beni. Fikrimce; Shakespeare’in yapıtlarındaki temel endişelerde de kahraman, bir başka kahramanda kendine ait olanın tecessümünün farkındalığı ile bir tür arınma yaşıyor. Cümlelerime devam etmeden, Shakespeare’in eserleri ile yaşam oyunu arasındaki benzerliği keşfediyorum. Her ikisi de ebedi bir tekerrürü çağrıştırıyor bana. İnsan doğasında ve deneyimlerindeki tekerrür… Bu çağrışım; William Shakespeare’in yaşamında, veba salgınının etkilerini deneyimlediğini öğrenince bir nebze pekişiyor. “Hâl böyle olunca yaşıtı olan her çocuk gibi William da vaktinin büyük bir kısmını evde yalıtılmış bir şekilde geçirmeye başlar.” cümlesi bizi anımsatıyor. Neredeyse bir senedir izole yaşadığımız hayatlarımızdaki serzenişlerimizi… Ama biz insanlar ne çabuk adapte oluyoruz değişimlere. Hayatta kalma içgüdümüz ne kadar da sağlam. Bulunduğumuz duruma bağışıklık geliştirmek, kahramanımıza hakikat ve takat kazandırıyor; psikolojisini güçlendiriyor. Bana kalırsa, son bir senenin bize sağladığı tek olumlu şey kahramanımıza dönebilmek için fırsat vermesi oluyor. Onun gerçekten neye ihtiyacı olduğunu anlamamıza, başkalarının beklentilerinden sıyrılıp kendi varlığımızın derin farkındalığına inebilmeye başlamak için bir fırsat… Kısacası bireysel performansımızı en iyi sergilemek için çalışabileceğimiz bir mola, belki.
Bu bağlamda, bir senelik süre içerisinde neyi sevdiğim-sevmediğim, kim olduğum ve olmak istediğim üzerinde daha çok düşünecek zaman bulabildiğimi düşünüyorum. Bu süreçte tiyatroya duyduğum ilgiyi eyleme aktarabilme şansı bulduğumu söylemek beni çok mutlu ediyor. Oyunculuk eğitimi almaya başlamış olmak, çok sevdiğim bir sanatçı ile tiyatro ve oyunculuk üzerine muhabbet edebilmek bana şükran dolu ve minnettar hissettiriyor.
Küçüklüğümden beri, tiyatro beni kelimenin tam anlamıyla büyüleyen tek aktivitem olmuştur. Gittiğim oyunlarda; karakterlerin kostümünden mimiklerine dikkat ettiğim her ayrıntı benim için gerçek bir mutluluk sebebidir. Örneğin en son izlediğim Ölümcül Oyun’da oyuncunun beklenmedik bir yerde, kazayla, ayakkabısının yırtılması ve onun her şey normalmiş ve bu durum senaryonun bir parçasıymış gibi aldırışsız davranması bende hayranlık uyandırmaya yetmiştir; şimdi kelimelere dökünce acaba bu ayrıntıyı vermese miydim dedirtse de. Yalnızca sahneye açılan bir kapı ile oyuncuların, gerçek hayatlarında kurdukları dünyadan tam anlamıyla sıyrılıp o karakterin hakikatini yaşamaya başladıkları gerçeği düşünürken bile beni heyecanlandırıyor. Perdeler kapanıp ışıklar söndükten ve kostümler çıkarıldıktan sonra, belki de evlerindeki sabahtan kalma bulaşıkları ya da bebeklerinin şampuanının bittiğini düşünüyorlardır, kim bilir.
Tiyatronun bende uyandırdığı hislerin, onun gerçek hayatın bir minyatürü olduğunu düşünmemden köklendiğini fark ediyorum. Yaşam oyunumu devam ettirirken Shakespeare’in cümlesini bir kez daha anımsıyorum: “Bütün dünya bir sahnedir. Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu…” Öğrenmeye başladığım şey ise kendi kahramanıma –bana- iyi bakmam gerektiği oluyor. Kahramanımı mutlu etmeden, onun sahnedeki rolünü ve bu rolle neyi amaçladığını tahlil etmeden yalnızca izleyenleri mutlu etmiş olmak için hayat oyununu oynamanın ödülünün yalnızca birkaç dakikalık bir alkış seyri olduğunu biliyorum. Ve sonrası; kapanmış bir perde, karanlık bir salon, boş koltuklar, birkaç dakikalık alkış uğruna terlemiş ve kahramanını kaybetmiş bir oyuncu…
“İyi insanlar ise başlıklarındaki çiçekler solmadan ölmekte.”
Kaynakça:
Çil, Okan. «Bütün Dünya Bir Sahnedir.» Kafkaokur Ocak 2020: 4-5.
Shakespeare, William. Macbeth. İstanbul: Kenta Yayıncılık, tarih yok.
This Day in History April 23. 24 Kasım 2009. 18 Ocak 2020. <https://www.history.com/this-day-in-history/william-shakespeare-born>.