
Bazen okuduğunuz bir eser gününüze istila etmeye başlar. Gün içinde kitabın sayfalarını çevirirken karakterlerle ve olay örgüsüyle kurduğunuz bağ günün kalan kısmına da yansır. Gün içinde, hayatınızın işleriyle meşgulken bile kitaptaki karakterler ve olacak olaylar hakkında düşünürsünüz. Agota Kristof’un Büyük Defter; Kanıt; Üçüncü Yalan eserini okurken bana tam olarak bu oldu. Gün içinde sürekli tekrar kitaba dönmek istiyordum. Karakterler kafamın içinde konuşmaya, eylemlerini yapmaya devam ediyordu. Günün karmaşasından sıyrılıp sayfaların içinde kaybolmayı diliyordum. Agota Kristof’un yalın dili ve insan psikolojisine karşı gerçekçi ve bir o kadar da garip anlayışı ile bu kitap birçokları için büyüleyici aynı zamanda da rahatsız edici bundan eminim.
Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren olay örgüsündeki belirsizlik ve sade anlatımı sizi içine çekiyor. Hem yalın hem de edebi anlamda doyurucu bir anlatıma ne yazık ki çok rastlamadığımız için bu durum oldukça insanı heyecanlandırıyor. İlk kitapta karakterlerin, şehirlerin, olayların geçtiği ülkenin hatta olaylara sebep olan savaşın dahi adı yok. Aslında her şey sizin hayal gücünüze bırakılıyor fakat yazarın biyografisini okuduğunuzda birçok şey kafanızda oturmaya başlıyor. Agota Kristof da kitaptaki ikizler ve diğer tüm insanlar gibi bir savaş mağduru. 1956 yılında Macaristan’da ortaya çıkan Sovyet karşıtı ayaklanma (Macar Devrimi) hayatının dönüm noktalarından biri. Bu devrim sonucunda siyasi faal olarak nitelendirilen eşi ve küçük çocuğuyla beraber ana vatanını terk ediyor ve mülteci kampında hayatına devam ediyor. Kitap da doğup büyüdükleri toprakları düşman ülkenin insanlar üzerinde yarattıkları tehlikeden korunmak amacıyla terk eden iki küçük erkek kardeş üzerinden işliyor. Üç kitap boyunca hayal ile gerçek birbirine giriyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemeyeceğiniz bir noktaya geliyorsunuz. Bazen bazı cümleler üzerimde öyle bir etki yaratıyordu ki okumayı bırakıp insanlık ve insanoğlunun psikolojisi hakkında düşünmeye başlıyordum. İnsan ne kadar süre bir acıya dayanabilir? Yalnızlık gerçekten de sadece Tanrı’ya mı mahsustur? İnsan kendini her türlü güçlüğe karşı kaya gibi sağlam yapabilir mi? Bu soruların cevapları bulabilmem elbette ki mümkün değil fakat kitaba baktığımızda bazı cevapları Agota Kristof’un dünyasında ne olduğunu görüyoruz. Öncelikle bilinen bir gerçektir ki insanlık tarihi savşlarla doludur ve bu da demektir ki tüm insanlık tarihi dehşete, acıya, zulme, işkenceye ve şiddete tanıklık etmiştir. Hangimizin atası bir savaş mağduru değildir ki. Hepimizin lanetlediği ve etik kurallarla bağdaştırmadığımız hareketler kolektif bir biçimde işlendiğinde ne kadar da normalleşir değil mi? Mitlerde, dinlerde ve tarihte birini öldürmek her zaman lanetlenirken toplu kıyımlar, işkenceler kimileri için zafer nidalarına dönüşür. Peki ya bu zaferden pay sahibi olamayanlara ne olur? İnsan bu gördüklerine ne kadar dayanır. Aslında her insanın acı eşiği, psikolojik dayanıklılığı farklı olmakla beraber bazı şeyler herkes için benzer biçimde katlanılmazdır. İkizler artık evlerinde değilken ve etrafları tanımadıkları yabancılarla beraberken bazı şeylere katlanmak zorunda olduklarını anlarlar. Psikolojik şiddete, kötü sözlere, tacizlere… Bu dayanıklılık için yaptıkları insanın aklını almaz. Sanki insanın varoluşundan farklı bir yerde konumlandırırlar kendilerini. Aslında ilk kitapta onların kötülüğe alışma hikayelerini okuruz. Onlar kötülüğe alışırken aynı zamanda da grilikten siyaha doğru da yol almaya başlarlar. İntikam alırken, hayatlarını kurtarmaya çalışırken ve kendilerince iyilik yapmaya çalışırken aslında o korunmaya çalıştıkları kötülük ruhlarına da bulaşmaya başlar. Bu onların suçu mudur? Hayattan korunmaya çalışmak herkesi az biraz kötü yapmaz mı? Artık annelerinin onlara hoş sözler etmediği şiddetin her türlüsüne maruz kaldıkları bir yerde kötü olmaktan başka şansları var mıydı?
Kitapların tamamında oldukça rahatsız eden şeyler daha öncesinde de bahsettiğim gibi oldukça fazla. Özellikle beni okurken en çok rahatsız eden şey ensest ilişkilerdi. Kitap boyu birçok karakter korkunç şeyler yapmasına ve bunların birçoğu normalmiş gibi yansıtılmasına rağmen kitapta ensest karakterler arasında lanetlenir çünkü bu insanlık tarihinde felaketlere yol açtığına inanılan ve kabul edilemez bir olgudur. İnsanoğlu her türlü acıya imza atmasına rağmen bazı şeyler hiçbir zamanda ve koşulda kabul edilemez. İlk kitabın sonlarında ikizlerin anneleriyle ve dedeleriyle ilgili korkunç bir gerçekle karşılarız. Anneannenin neden kendi öz kızından nefret ettiği barizdir aslında. Kendi ve kızının arasındaki ilişki onu eşinin katili haline getirir ve burada yine korkunç bir mizojiniyle karşılaşırız. Kasaba halkı kendi kızını istismar eden bir babayı değil de küçük yaşta manipüle edilen küçük bir kız çocuğunu ve Anneanne’yi suçlar. Elbette Anneanne’nin kendi adaletini kendi sağlaması hoş görülemez lakin ona cadı diyen kasaba halkı babaya bir şey demez. Yine tüm suç bir kadının üzerine yığılır. ”Biz ona anneanne diyoruz. İnsanlar ona Cadı, o da bize ‘itoğlu itler’ diyor.” (Agota Kristof, s.13)
İlk kitabın sonunda ikizlerden birine veda ederiz. Her ikisi de öğrendikleri kötülüklerle ve kötülüğe karşı dayanmak için oluşturdukları mekanizmayla duygularını öyle bir kaybederler ki kendi babalarını bir diğer ülkeye gidebilmek için feda ederler. Bu durumdan ziyade bunu yaparken soğuk kanlı olmaları insanın kanını durdurur. Bazı kötülüklerden ziyade onların yapılışı, yaparken insanların içinde bulundukları ruh hali daha da korkunç değil midir zaten? İkinci kitapta isimler ortaya çıkar fakat bu isimler üçüncü kitapta yine allak bullak olur. Var olmadıklarında daha iyi olduğunu düşünürsünüz. O yüzden isimlerden bahsetmek istemiyorum fakat bu kitapta savaşın bir insana neler yaptığını farklı perspektiften görürüz. İnsanlar uyuyamaz, normal ilişkiler kuramaz hale gelir. Ülkesinde kalan ikiz bazı açılardan hala normal bir insandan farklı olsa da iyiliğin emarelerini de görürüz onda. Babasız bir aileye babalık eder. Yine ensest bir ilişki görülür kitapta. Bu ilişkiden ortaya çıkan çocuğa kalan ikiz kol kanat olur fakat böyle bir günahın sonucu olan bu çocuk hayata tutunamaz ve o da hayata katlanamaz. Kendi seçmediği şekilde bir günahın, kötülüğün sonucu olmuş ve hayatına sebep olmuştur. Küçük bir çocuk olmasına rağmen insanlığın bir çok karanlık tarafını da taşır. Başka şansı var mıdır? Herkesin senden iğrendiği, insanoğlunun işlediği en büyük günahın meyvesiyken insan kendini sevebilir mi? Kendini sevmeyen bir insan nasıl olabilir de hayatı sevebilir, başkalarını sevebilir?
Üçüncü kitap ile beraber iyice her şey allak bullak olur. Aslında ikizler hiç beraber olmamış mıdır? Anneanne onların gerçek anneannesi değil midir? Karşıya geçmek için mayın tarlasında kurban ettikleri kişi babaları değil midir? Ne papazın evindeki hizmetçiyi öldürmüşlerdir ne de annelerinin ölümünü gözleriyle görmüşlerdir. Kardeşlerinin ve annelerinin iskeletleri tavan arasında onlar beraber yaşamamıştır. Anneleri hayattadır. İki kardeş ayrı düşmüştür fakat ilk kitapta anlatılan gibi değildir. Hayalle gerçek tamamen birbirine girmiştir. Savaş sırasında ailesine ulaşılamadığı için bombalanan hastaneden Anneanne denilen kadına bırakılan ikiz, kardeşini oradaymış gibi hayal eder. Bunları yazar ve kendi hayal dünyası gerçeği haline gelir. Her şeyi bir başına yaşar. Gerçek hayatta düşlediklerinin tam anlamıyla karışlığı yoktur. Elbette insanoğlu birbirinin kurdu haline gelebilir. Kolektif olduğunda kötülük görmezden gelinebilir fakat ilk kitaptaki kadar sert değildir bu. Son kitapta daha gerçek bir anlatı bulur bizi. Artık insanlar o denli kötü değildir. Elbette savaş hala korkunçtur ve olay örgüsü kollarına aldığı hüznü asla bırakmaz fakat daha gerçekçidir. Hem Agota Kristof’un da romanında dediği gibi ”Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz.” (s. 267)
Sadece savaş değil ayrıca anneleri de bu korkunç kaderin sebeplerinden biridir aslında. Hatta babaları da. Kitabın sonunda düzeninin bozulacağından daha da kötüsü evladının ölümünden sorumlu olduğu zanneden annesinin tepkisinden korktuğu için kendi öz kardeşini tanımıyor gibi yapan kardeş diğer kardeşin ölümüne sebep olur. Yıllar boyu yanlarında bile olamayan kardeşiyle karşılaşmış, akıl hastası annesine bakmış kardeş soğuk kanlılıkla diğer kardeşinin tüm hayat amacını alır elinden. Yine toplum tarafından, ailesi tarafından mağdur olan insanları görürüz. Her insan bunu yaşamaz mı? En son ikiz kardeşlerden biri diğerine bu kadar merhametsiz olmasını beklemediğini yazar. Evet, kardeşi merhametsizdir fakat kötülüğe alışırken insan buna dönüşür. Her birimizin jenerasyonel travmaları savaşlarla dolu. Her kuşak bunları birbirine aktarıyor ve hayatın bir gün bayram gibi olacağına inanıyoruz. Bu ne yazık ki insancıl ama bir o kadar da gerçekçi olmayan bir inanç. Agota Kristof hayatına paralel biçimde bize bunu gösterir ve bize de bu harika ve bir o kadar da rahatsız edici bir eseri bırakır.
KAYNAKÇA:
Agota,Kristof, Büyük Defter;Kanıt;Üçüncü Yalan, Çev. , Ayşe İnce Kurşunlu (İstanbul: YKY ,2022)
Sanat Kritik, ” Agota Kristof ile Bir Söyleşi” 16 Ocak 2024 tarihinde erişildi. https://sanatkritik.com/yazilar/agota-kristof-ile-bir-soylesi/


