Hakan Gerçek ile yaptığımız söyleşinin ikinci kısmı karşınızda! Keyifli okumalar.
GazeteBilkent: Peki Devlet Tiyatroları’nın kapatılması duruma nasıl bakıyorsunuz?
Devlet Tiyatroları’nın kapatılması, tabii ki saçma sepelek bir şey. Fikir olarak da zaten bu işi bilmeyen insanların uydurduğu bir şey. Her kurum yenilenmek zorundadır. Buna Devlet Tiyatroları da dahil, buna sonsuz katılıyorum. Kendi tiyatromun ve özel tiyatroların yenilenmesine de katılıyorum ve ben de bunun için çabalıyorum; ama toptan yok etmek, dünyada da böyle değil diye bir de bu durumu yalanlar üzerine kurmak bana çok ayıp geliyor. Devlet Tiyatroları, tabii ki kapatılmayacak, o bu ülkede bir gelenektir. Madem ki birileri geleneklerine çok bağlı, bu da bir gelenektir ve ben de bu geleneği kendi hayatımda sonuna kadar savunurum. Çünkü bir ülkede kolay kolay sanatçı yetişmez. Yetişenlerin de kıymeti bilinecek, böyle onları pamuklara saracaklar. Onların hakkında arkadan konuşmakla olmaz o işler. Bizim kendi içimizde yenilenmemiz gerekiyor ama bunu tiyatrocular yapar, bürokratlar anlamaz bu işten. Onlar gidecek, kendi işlerine bakacak; biz tiyatrocular da kendi işimize bakacağız. Tiyatrocular; kendi içlerinde olan ustalarla, rejisörlerle, dramaturglarla bu tiyatroyu yaşatırlar. Kimse merak etmesin. Tiyatro, sanat evrensel bir şeydir; hiç kimsenin malı değildir. Buraya gelen tüm hükümetlerin, sadece bu hükümet için söylemiyorum, kendine göre bir tiyatro yapması gibi bir durum olamaz. Tiyatro, sanat muhaliftir. Hangi hükümet gelirse gelsin, tiyatro muhalefet edecektir; bu kötü bir şey değildir ki. Hep beraber bu ülkeyi seven insanlarız biz. Önemli olan, önce insanların sanatın ne demek olduğunu bilmesi. Dünyada da var, her yerde de var; Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları kapatılamaz. Bu, bence kötü ve art niyetli bir düşüncedir. Bunun sonu özel tiyatrolara da gelir. Bu; orayı kapatalım da, herkes özel tiyatrosunu yapsın demektir. Buyursunlar gelsinler, özel tiyatro yapmaya davet ediyorum bir sene. Hiçbir para kazanmadan, alınlarından ter akıtarak, turne turne gezerek. Hiç öyle kolay bir şey değil. Böyle bir şey olabilir mi? Halka daha kolay ulaşıyor Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları. Özel tiyatronun ister istemez fiyatları pahalı; çünkü özel tiyatrolar çok zor koşullar altında. Özel tiyatrolar, bir ticari işletmedir. Hiçbirimiz burada lise temsili yapmıyoruz. Hepimiz profesyonel insanlarız, hayatımızı verdik bu konuda. Ben her ay devlete vergi ödüyorum. Yanımda çalışan insanların sigortasını ödüyorum, salonun kirasını ödüyorum, turnelerde kira ödüyorum, otel parası ödüyorum, uçak parası ve otobüs parası oluyor, dekor yapıyorsunuz, bir proje yaratıyorsunuz; o yüzden insanların özel tiyatrolar neden bu kadar pahalı demesini hiç anlayamıyorum. Özel tiyatrolar pahalı gelebilir şu şartlar altında; ama değil. Çünkü başka türlü olmaz. 30 liraya satılan bir tiyatro biletinden o tiyatroya kalan çok az bir paradır. Biz bir sonraki projemizi yapabilmeye çalışıyoruz ama o haliyle yapamıyoruz, kendi cebimizden fazladan para koyarak yapıyoruz. O yüzden Devlet Tiyatroları’nın bu güne kadar olan oluşturduğu bu geleneği lütfen kimse bozmasın, çünkü daha çok kitleye ulaşabiliyorlar. Mesela Ankara gibi bir yerde, Devlet Tiyatroları sayesinde çok iyi bir seyirci vardır; çünkü çok gelenekselleşmiştir Ankara’da. İstanbul’da da keza öyle. Bölge tiyatrolarını çoğaltmak lazım ki; okullardan mezun olan bir sürü arkadaşımız var, onlar da gitsinler oralarda çalışsınlar. Saçma bir mevzu yani.
GazeteBilkent: Editörümüz de, herkes gibi, çocukken Ruhsar hayranıymış, sormamı istedi… Müfit karakterini nasıl görüyorsunuz şimdi baktığınızda ya da o zamanki televizyon dizilerini şimdikilerle kıyasladığınızda arada fark var mı? Daha mı iyileşti, daha mı kötüleşti?
Bilmiyorum ki, ben onun farkında değilim çok. Çünkü 18 yıl geçti aradan, ona biz ilk başladığımızda kızım yeni doğmuştu; şu anda 18 yaşında. Evet o güzel bir projeydi benim için. O zamanlar bu kadar tv dizisi de yoktu. Tabii, o da bir şanstı. İçinde çok sayıda tiyatrocunun yer aldığı bir projeydi. Zaten ‘sit-com’du, sesli çekiliyordu, tiyatro gibi çekiyorduk ikide bir kesmeden. Benim çok keyif aldığım, içinde olmaktan çok zevk aldığım, aradan 18 sene geçmiş olmasına rağmen hala unutulmayan bir dizi. Şimdi beni izlemeye gelen gençler, üniversiteye başladılar çoğu, hatta bazıları üniversiteyi bitirdi. Yani o zaman 12 yaşındaysa bir insan, şu anda 30 yaşına gelmiş demektir bu. Ev bark, çoluk çocuk sahibi insanlar bile gelip biz o diziyi çok seyrederdik, severdik dediklerinde bu benim için mutluluk kaynağı. Unutulmamak, bir sanatçı için en güzel şey. Yaptığım işten de gayet keyif almıştım o zaman. Oyuncu arkadaşlarımdan, ekipten de çok keyif almıştım. Her insanın kendi yaptığı iş, kendisine çok güzel gelir. Ben de çok severek oynamıştım. Uzun da sürmüştü, bunun da etkisi var. Sonra tekrarlarını falan da düşünürseniz, epey bir süre göründü ortalıkta o yüzden. Şimdi baktığım yerden, işte bazen kızım “Baba şunu hatırlıyor musun?” deyip Youtube’tan açıp gösteriyor. Bana kendimi izleyince komik geliyor o zamanlar, bir kere çok gençmişim, tabii ki farklılık var oyunculukta da, çünkü o bir serüven, bir macera. Kendinizi geliştirmekle yükümlü olduğunuz bir alan. Şimdi geriye dönüp baktığımda, şu an nasıl oynardım bilmiyorum ama o zamanki hamurumla öyle oynamışım. Hiç kasmadan eğlenmişiz. Orası bir okul gibiydi. Teknik anlamda da orada bir sürü ışıkçı, yönetmen yetişti. O zaman asistan olanlar, sonra yönetmenlik yaptı. O zaman asistanlık yapan mesela, sonrasında Suskunlar’ı çekti. O anlamda böyle üretime dayalı olduğu için, güzel oldu diye bakıyorum Ruhsar’a. Şimdiki dizileri, inanın hiç seyretmiyorum. Haberim yok. Gerçekten zamanım yok çünkü. Dramalar herhalde biraz daha ağırlıklı. Zaman çok uzun dizilerde; bütün o set işçilerine, oyunculara yazık. İşte en son çalıştığım dizide de öyleydi, gecen gündüzün yok. Çok yıpratıcı bir iş. Hadi oyuncular üç beş sahne, on sahne çekse de gidiyor; ama o ışıkçılara, teknik ekibe yazık yani ve bunun karşılığında can ve mal güvenlikleri olmadan çalışıyorlar. Bunların düzeltilmesi gerekiyor Türkiye’de.
GazeteBilkent: Bu uzun oyunculuk hayatınızda, unutamadığınız oyunlar hangileriydi ya da bu oyunu da oynasam dediğiniz bir oyun var mı?
Unutmadığım dediğim, hala oynamakta olduğum ‘Van Gogh’ var. Beni çok etkileyen bir oyun. Daha önce ‘Anna Karenina’ oynamıştık. Oradaki Levin, oradaki oyunda Tolstoy’du, yani anlatıcıydı aynı zamanda. O vardı, var öyle çok oyunlar keyif aldığım. Hepsinden keyif aldım da; ama hani özellikle beni cezbeden ‘Sırça Kümes’ vardı Tenessee Williams’ın, oradaki ‘Tom’u oynamıştım. ‘Inishmorelu Yüzbaşı’ vardı, bir İrlanda kara komedisiydi, oradaki rolümü çok sevmiştim; ama bu son dönemde tek kişilik oyunlar biraz daha farklı benim için, Van Gogh ve Clarence Darrow bayağı etkili hayatımda.
GazeteBilkent: Tek kişilik oyunları ben açıkçası çok seviyorum. Hiçbir şekilde bir dinlenme aranız vs. olmuyor. Dikkatiniz hiç dağılmıyor mu? O an onu nasıl toparlıyorsunuz?
Dikkat her şeyde dağılabilir, ama o artık kendinizi ve bedeninizi eğitmenizle alakalı. Bir sporcu gibi bakmanız gerekiyor meseleye. Bir saat, iki saat sahnede konuşuyorsunuz ve hiçbir yardımcı etken yok sahnede sizin için. Hani, bir nefes alayım falan diyemiyorsunuz; ama ben alıştım galiba. Keyif de alıyorum ama çok zor bir şey, en küçük bir şey konsantrasyonunuzu bozuyor. En büyük şikayetim; seyircilerin oyunu izlerken, öncesinde anons yapılmasına rağmen hala cep telefonlarını kapatmamaları; cep telefonlarının sesini kısmaları yetmiyor. Cep telefonlarını açık tutuyorlar, o sırada mesajlaşıyorlar büyük ihtimalle. Ben, karşımda biriyle oynarsam görmüyorum seyirciyi; seyirci beni görüyor. Ama ben bu oyunda tek başıma direkt seyirciye anlattığım için, bazı insanların yüzünde ekranların yansımasını görüyorsunuz; böyle şeyler hoş olmuyor. Biraz daha saygı duyması gerekiyor insanların, bu açıdan biraz eksiğimiz var. Sahnedeyken, sizi rahatsız edecek dürtüler ve dış etkenler artıyor. Beyin öyle bir şey ki, ezberinizi kaybetmemeniz lazım. En küçük bir şey, bir fısıltı, telefon sesi, bir kapının açılıp kapanması; bütün bunlar gerçekten çok etkiliyor ve siz o zaman daha çok kontrol ediyorsunuz kendinizi. Bazen sizi de etkileyebiliyor ama etkilememesi gerekiyor; çünkü orada başka öyle beş tane seyirci varsa, başka türlü 200 tane daha seyirci var. Seyircilere saygımızdan dolayı devam ediyoruz ama çok zor. Yalnızsınız bir kere, çok yalnızsınız.
Söyleşinin ilk kısmını okumak için:
http://gazetebilkent.com/2015/02/26/hakan-gercek-ile-keyifli-bir-roportaj-1/