Geçtiğimiz günlerde Paris’te yaşanan insanlık dışı terör saldırısı sonrası batı güç merkezleri acil toplantılar düzenleyip IŞİD terörüne karşı önlem almak üzere yeni kararlar aldılar. Belki de ileriki yıllarda Viyana Anlaşması olarak anılacak bu eylem planı Orta Doğu coğrafyası ve Batı’daki radikal İslamcı terör algısını derinleştirecek nitelikte bir anlaşma olacaktır.
Ölümün yalnızca sıcak coğrafyalarda değil; Suruç, Diyarbakır, Ankara katliamlarından sonra tam da pek mücadeleci şehir liberallerinin yaşamlarını sürdürmeyi hayal ettikleri yerlerden biri olan Paris’te de bizi bulabileceğini gördük. Kökten dinci temelli gericiliğin ulus ve coğrafya tanımaz vahşiliğinden kaçışın mümkün olmadığını gördük. Kolektif mücadelenin tüm dünya halklarınca her coğrafyada sürmesi gerektiği bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Söylenmesi gereken elbette ki çok şey var, ama bunlara geçmeden önce nasıl ki canımız yandıysa Suruç’ta, Ankara’da öyle canımızın yandığını söylememiz gerekir Beyrut’ta ve Paris’te.
Öte yandan maalesef soğukkanlı bakış açısıyla yönelmemiz gereken bir içeriği var Paris katliamının.
9/11 terör saldırısından sonra terör algısının dünya çapında tekrar gözden geçirilmesi gerekiyordu. Nitekim uzun süre komünist yapılanmaların eylemleri terör eylemi olarak değerlendirilirken (bunun halen birçok çevrede geçerli bir söylem olduğunu ancak odak noktasının değiştiğini söylemeliyiz), terörizmin çekirdek çağrışımı radikal İslam haline geldi. Bu da batılı devletlerin Orta Doğu başta olmak üzere Afrika ve Uzak Doğu’daki tüm İslam coğrafyasına bir tehdit yöneltmesiyle sonuçlandı. Kim kime ne yaptı nasıl yaptı bu tartışmaları şu an için bir kenara bırakırsak; sonuç olarak transnasyonel terör (transnational terrorism) kavramı Batı’da yeni jenerasyon terör örgütleri için yaygın olarak kullanılmaya başladı. Transnasyonel terörizm, sözlük anlamında ‘ulus ötesi terör’ olarak kullanılabilir; ancak bu yeterli bir karşılık değildir. Zira burada ‘ulus ötesi’ olma niteliği bir milliyet eksenini tamamen yok saymamaktadır. Burada kullanılan transnasyonel kavramı esas itibarı ile homojen bir yönetim kadrosuna sahip olmayan, emir-komuta zincirinde aşağı inildikçe de birçok farklı fraksiyonu bünyesinde barındıran karmaşık ve farklı ülkelerden katılım alabilen bir yapıyı ifade eder. Bu nitelik de eylem alanı açısından sınırlar ötesi bir imkan yaratır örgütlere. Günümüzde birden fazla bu nitelikte yapı olmasına karşın IŞİD son zamanların en popüler ve belki de etki alanı en güçlü örgütü olarak karşımıza çıkmıştır.
Transnasyonel terörizm, elbette ki normatif düzlemde uluslararası kabul görmüş terör tanımının yoksunluğunda anlam karmaşası yaratabilir. Ancak günümüzde özellikle de Batı kaynaklarınca kabul görmüş ve radikal İslamcı bir tehdit olarak özellik arz eden bir kavram olarak kullanılmaktadır.
IŞİD’in ortaya çıkış nedenlerini uzun uzun incelemeyeceğim, fakat Batı’nın özellikle 2003’ten beri Orta Doğu coğrafyası üzerindeki emperyalist müdahalelerinin büyük etkisinin olduğu söylenmelidir. Noam Chomsky’nin de vurguladığı gibi Batı’nın müdahaleci ve tek yanlı tutumu radikal İslamcı teröre ciddi bir zemin hazırlamıştır. Bu, reddedilemez bir gerçektir. Dahası din temelli bu terörist yapılanmalar Batı emperyalizmini siyasal bir düşman olarak hedefe aldıklarında kitle katılımını çeşitlendirmektedir. Böylece, kısa aralıklarla Türkiye, Lübnan ve Fransa’da büyük çaplı eylemler ortaya koyabilmektedirler.
Tabi konuyu bir de karşı taraftan değerlendirmek gerekir. Zaten 9/11’den beri Batı toplumlarını karıncalandıran Anti-İslamcı tutum, söz konusu dine ve inananlarına karşı ön yargıdan öte kesin sonuçlu bir yargıya dönüşmekte ve devletler de toplumların bu konuda hem yönlendiricisi hem de taleplere cevap veren makamı rolünü oynamaktadırlar. Transnasyonel terör, devletlerin münhasır egemenlik alanlarına saygıyı ortadan kaldıran bir neden olarak yükselmektedir. Uluslararası organizasyonların desteklediği askeri operasyonların yanı sıra devletler kendi aralarında bir araya gelip sınır ötesi eylem planları belirleyebilmektedirler. Kısaca transnasyonel terörizm Batı’nın müdahaleci tavrını sürdürmesine ve bunu meşru kılmasına iyi bir zemin hazırlamaktadır.
Paris’teki saldırıdan sonra Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın açıklamaları da oldukça dikkat çekiciydi.
Öncelikle Charlie Hebdo’dan sonra bu saldırının bir ‘savaş ilanı’ olduğunu söyleyen Hollande’ın IŞİD’i bir devlet statüsüne mi koyduğu sorgulanmalıdır. Savaş ilanları uluslararası hukukta devletler arasında mümkün olur. IŞİD, kendi deklerasyonlarında devlet niteliğini tekrarlasa da tanınmış bir devlet vasfı olmadığı gibi hemen hemen tüm Dünya’da günümüzün en vahşi terör örgütü olarak nitelendirilmektedir. Terör örgütleri savaş ilan etmezler; eylem koyarlar. Peki Hollande’ın böyle ciddi bir kavramsal hataya düştüğü söylenebilir mi? Pek değil. Her ne kadar ülkemizde siyasetçiler kavramları önemsemeseler de Fransız toplumunun devletle ilişkisi bizdeki gibi değil. Yargısal denetimin yanı sıra kamusal denetimin de oldukça aktif olduğu Fransa’da halkın devletle olan ilişkisi çok daha kaygandır ve devlet tüm faaliyetleri ile sorgulanabilir niteliktedir. Bu bağlamda, devletin sınır ötesi bir operasyona aktif ve uzun süreli katılımı ciddi bir toplumsal koalisyona ihtiyaç duyar. Sivil toplum örgütleri dahil tüm siyasal aktörlerin desteğinin alınması gerekir. Bu nedenle de toplumun ciddi operasyonlara hazırlanması bu tarz sert ve duygusal söylemleri gerektirir.
Saldırının ardından gerçekleşen Viyana zirvesinden sonra mutabık kalınan eylem planını açıklayanların Kerry ve Lavrov olduğu düşünüldüğünde Suriye’de çok katılımlı bir operasyonla sorunların Batı odaklı çözümüne zemin hazırlanacağı söylenebilir.
Teorik açıdan Doğu-Batı ayrımını sürdürmek mümkünse de pratikte IŞİD terörünün doğusu batısı kalmamıştır. Bu bağlamda, toplumların bu vahşi tehdide karşı dayanışma içinde olmaları şarttır. Bunu yaparken devletlerin refleksleri de sonuna kadar sorgulanmalı ve kamusal denetim artırılmalıdır. İç mücadele anlamında Fransa’nın aldığı önlemler de devlet ciddiyetinin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Toparlamak gerekirse, yeni dünya düzeninde terör örgütlerinin kitlesel eylemlerinin devletlerden bağımsız olmadığı açıktır. Savaş, yalnızca metodolojik bir değişime uğramıştır. Ancak şu açıktır ki her ne kadar emperyalist katılım reddedilemese de radikal İslamcı hareketlerin gerici tutumları toplumları sosyal ve politik olarak güvenlik problemine itmektedir. Uluslardan daha üst bir kavram olarak kullanılan dini söylemler sınır tanımaz niteliği gereği tüm toplumların ortak mücadelesini gerekli kılmaktadır. Ankara’daki patlama Paris’ten daha çok can yakmamalıdır. Paris’in göbeğinde soluğunu yitiren küçücük çocuklar ile Ankara’da seslerini ateşe teslim eden gencecik insanlar arasında bir fark yoktur. Aynı vahşetin, aynı ideolojik temelin kurbanı olmuşlardır. O yüzden emperyalizm imzalı radikal İslam terörüne karşı toplumlar ancak devletlerden bağımsız dayanışmalarıyla mücadele edebilirler. Terörün sosyal varlık alanı ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Her ne kadar realist bakış açısı bu umudu zayıflatsa da “umut, zaferlerden daha değerlidir” çoğu zaman.
İşin özü de şudur: “Gericilik geriletilmez, kökü kazınmalıdır.”
NOT: IŞİD terörü daha birçok farklı sorgulamayı gerektirir; ancak bunlar çok uzun yazılarda irdelenmelidir.