“İstanbul’da, Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veli… Veli’nin oğlu… Tarifsiz kederler içinde…”
“Evvelâ adam, yani sirk hayvanı falan değil. Burnu var, kulağı var, pek biçimli olmamakla beraber.”
Böyle tarif eder kendini Orhan Veli. Korkularını, dostlarını, yazın macerasını, rakısını, kadınlarını, aşklarını, fakirliğini, sefaletini, avareliğini kelimenin en mütevazı, en sade hâliyle, içimizden biri gibi, her sabah önünden geçerken “Günaydın.” diyerek selamladığımız bir Ahmet Abi, bir Muhsin Usta tavrıyla anlatır bize. Şüphesiz on iki-on üç yaşlarına gelmiş her Türk çocuğu tanır Orhan Veli’yi Türkçe ders kitaplarından. Affan Dede’ye para sayışını, çocukluğunu satın alışını, okuldan kaçışını, kuş tutuşunu, horoz şekerini, oltasını, kuyruğu ebemkuşağı renginde bulutlardan yüce uçurtmasını bilir Orhan Veli’nin. Ben de biliyordum. Ve ezbere okuduğum ilk şiir de Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum” isimli şiiridir. Öylesine sade, öylesine doğal, yapmacıksız, süssüz, içten bir dili vardır ki kendimden kırk yaş büyük edebiyat öğretmenimle aynı şiddette Orhan Veli’yi sevebilmek, Orhan Veli’yi anlayabilmek hiç de şaşırtmaz beni. Her şiirinin her kelimesinde ayrı bir yaşama hevesi saklıdır, her şiirinde başka bir sevdaya içi gider insanın, her şiirinde ait olduğu başka bir şehri sevdirir insana, denizin olmadığı yerde gökyüzünü sunar iyot kokusu niyetine, her bahar biraz daha âşık eder, her nisan bir yaş daha gençleştirir adamı, güzel havalar üzerine kafa yorar insan Orhan Veli’yle, birdenbire olan ne varsa etrafta fark etmeye ve sevmeye başlar onun şiirleriyle, Orhan Veli dizelerinde kendisine yazık olan Süleyman Efendi’nin nasırı bir başka kimsenin de canını yakar, avarelik ne güzel şeydir diye düşündürür, “ebemkuşağı renginde” hayallerin peşinden koşturmaya başlatır, şairlikle avunan bir güzel insanın dizelerinde kaybolup gitmenin tadına vardırır, içki içmeye bir sebep teşkil eder, içtikçe dertlendirir Orhan Veli ve daha da âşık eder. Bir de “rakı şişesinde balık” etse bizi!
Bahar üzerine, nisan üzerine söylenmiş o kadar çok şiiri vardır ki bu güzel, umut dolu, aşk dolu, cıvıl cıvıl ilkbahar mevsimiyle bütünleşmiştir Orhan Veli benim gözümde. Geçenlerde “Ben ki her nisan bir yaş daha genç, her bahar biraz daha âşığım” dizelerinin yer aldığı “Derdim Başka” isimli şiirine denk gelince yeniden nüksetti içimde, şiirlerinde anlattığı yaşantıya duyduğum hevesim, özlemim. Zira bu günlerde yoğun bir biçimde yaşamakta olduğum tükenmişlik hissimin; sürekli sınavlarla, ödevlerle geçen bu ağır temponun; iki aydır denize ayaklarımı sokamamış olmanın getirdiği usanmışlığın; memleketime, Fethiye’ye ve İstanbul’a duyduğum özlemin; baharın gelişiyle, ağaçların çiçek açışıyla üstüme çöken rehavetin ve sahip olduğum ya da ileride sahip olacağım her şeyi bir kenara koyup, gelecek zamanın hikâyesinden kurtulup şimdiki zamanın hikâyesine doğru yol alma arzumun en güzel, en gerçekçi ve en sade dışavurumudur Orhan Veli şiirleri. Ben deniz çocuğuyum. Bir aydan fazla kaldım mı boğar beni bu gri kentin yüksek binaları, gökdelenleri, takım elbise giyen, asık suratlı insanları. Nasıl özledim, nasıl özledim memleketimi! Bahar günü öğleden sonra okuldan kaçışlarım, dostlarla birlikte kilometrelerce yolu yürüyerek aşıp Fethiye’nin bir güzel mekânı Âşıklar Tepesi’ne çıkıp demlenmeler, şiir okumalar, türkü söylemeler, fotoğraf çekmeler ve yalnız kalışlarım, akşamüstü gün batmaya yakın kordon yürüyüşlerim, lodosun serinliğini sırtıma alarak rüzgâra inadımdan saçımı bir fazla savuruşlarım, Çalış Plajı’nda gün batırışlarım… Tüm bu güzellikler, sokakta beyaz çiçek açan ağaçları görünce, şu kocaman şehrin Sakarya Caddesi’ndeki çiçekçi dükkânlarından başka herhangi bir yerinde, koparılmamış, toprağın içinde büyüyen bir papatya kökü bulabilir miyim acaba diye dolanırken kendi kendime, daha acı ve daha sert bir tokat gibi hissettiriyor bana yokluğunu. Ve karda yürümeyi yeni öğrenmiş bir güneyliye, bana, “nisan ayında kar yağması” kadar doğal geliyor bu eksiklik. Ve içi boş, kasvet dolu, her güzelliğin önüne geçen bir alışkanlık daha dahil oluyor şu ahir ömrüme.
İnsanın her daim içinde taşıdığı yorgunluğunun, tükenmişliğinin, çaresizliğinin açık ve net, gerçekçi bir tarifini yapmıştır Orhan Veli kısa şiirleriyle. “Baka kalırım giden geminin ardından; atamam kendimi denize, dünya güzel; serde erkeklik var, ağlayamam.” gibi mütevazı, kafa karıştırmayan, doğrudan ama o doğrudanlığın, o sadeliğin içinde derin hisler barındıran bir şiirle anlatmıştır mesela ayrılığı. Bir de Eskiler Alıyorum adlı şiirine daha sonradan eklediği bir dize vardır ki benim bu günlerdeki hayat felsefemi tam anlamıyla özetler: “Bir de rakı şişesinde balık olsam.” Benim tarafımda, yüzyıla damgasını vurmuş bir dizedir bu. İnsan ruhunun ulaşabileceği en büyük mevkiidir. Kafada gereksiz, öldüren, insanı yiyen tek bir düşüncenin bile kalmadığı, her güzelliğin gönül gözüyle görüldüğü ve duyulduğu, bütün gündelik “kaygılardan âzâde”, yaşamaktan tat almayı öğreten, denizi, güneşi, baharı içinde hissettiren, ciddiye alınacak en ufak bir yanı olmayan bu dünyayı olduğu gibi insanın eline sunan bir makamdır: Rakı şişesinde balık olmak. Bir çeşit nirvana gibi yani. Benim de bu aralar üzerinde durmaya, peşinde koşmaya değer bulduğum tek hedefimdir. Ölmeden önce rakı şişesinde balık olacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.
“Beni bu güzel havalar mahvetti, böyle havada istifa ettim evkaftaki memuriyetimden.” dizeleriyle şairlikle memurluğun bağdaşmayacağını bize göstermiş ve şairliği tercih etmiştir Orhan Veli. Umutları bir kasaya sıkıştırmış masaların, ömür törpüleyen bir yürek gibi dönen koltukların esiri olup “Dokuz Altı Yollarında” yok olup gitmek yerine, sorumluluklarından kurtulmuş ve özgürlüğüne koşmuştur. Şimdi şu odanın kapısından girse içeri, elimden tutup götürse beni de, kurtarsa şu makalelerin, projelerin buz gibi soğuk gölgesinden. Tüm bu tembellik, avarelik güzellemelerinin yanında Orhan Veli’yle bütünleşmiş bir başka güzellik daha vardır. O da İstanbul’dur. Sonradan İstanbullu olmuş ve sonradan oralı olan herkes gibi bu şehre âşık olmuş; İstanbul’u, deniziyle, Boğaziçi’yle, Galata Köprüsü’yle, balıkçılarıyla hiç silinmeyecek bir şekilde aklımıza ve kalbimize işlemiş bir şiir işçisidir Orhan Veli. Her bir kelimesine İstanbul kokusu sinmiş o güzel dizeleri, Sait Faik’in öykülerindeki tadı bırakır insanın ağzında. Ben diyorum ki, Orhan Veli ve Sait Faik kardeş olmalılardı. Sait Faik tavada balıkları çevirirken, Orhan Veli bardaklara rakı doldurmalıydı. Orhan Veli radyonun sesini yükseltirken, Sait Faik “Kıs şunu, duyamıyorum söylediğini.” demeliydi. Ah, ben de ikisinden birinin torunu olsaydım da nasiplenseydim onların rakısından, balığından!
Velhasıl, tüm kafa karışıklıklarımızı ve gözyaşlarımızı hayatımızdan çekip alıp başka bir yana koyduğumuz, dünyaya gülen gözlerle baktığımız, her şeyi ve herkesi gözlerimiz kapalı dinleyebildiğimiz- tüm gündelik korkulardan ve kaygılardan kurtulmuşçasına-, sevdiğimiz, ve daha çok sevdiğimiz, mevsimsel değişimden ziyade kendi ömrümüzün baharına yetiştiğimiz, Orhan Veli tadında bir bahar diliyorum herkese.
Orhan Şencan
Canım benim ya , uzun zamandır böyle bir memleket özlemi çeken ve bu özlemi çekerken benimde sevdiğim “Garipciler Akımcılarının” öncüsü Orhan Veli’nin dizelerine de taçlandırman çok güzel olmuş. Yüreğine sağlık. Seni çok ama çok öpüyorum. Umarım ve dilerim en yakın zamanda elleeimizde şiir kitaplarıyla ” Delikkemer’de”; kemeri üzerinde denize karşı o , su kemerinin mitolojik dokusunu içimizde yaşayarak. Sevgiyle Hoşça kal kuzen.