Psikanaliz deyince insanlar Sherlock Holmes gibi kaç kardeşi olduğu, boynundaki altın kolyeyi neden taktığı gibi filmvari çıkarımlarda bulunulmasını ya da “bana çocukluğundan bahset..” denilip şaşırtıcı bilgiler edinmeyi bekliyor, bunu zaman zaman falcılıkla karıştırıyor olabilirler. Ancak bu tip algılar bir yana, modern tıpta psikanaliz psikiyatrik ilaçların destekleyicisi hatta bazı durumlarda alternatifi olarak kullanılabilmektedir. Bu yazımda, psikanaliz ve bilim ilişkisini kabaca irdeleyelecek ve psikanalizle ilgili kafanızda temel fikirler oluşturacak iki konsepti özetleyeceğim. Ayrıca, yazının sonunda psikiyatrist, psikanalist ve yazar Doktor Mutluhan İzmir[1] ile Bilkent Üniversitesi Sağlık Merkezi’nde gerçekleştirdiğim röportajı bulabilecek, psikanalizle ilgili bazı sorulara, bizzat konunun uzmanı tarafından verilmiş cevaplara erişebileceksiniz… Kendisine desteğinden ve samimiyetinden ötürü tekrar tekrar içten teşekkürlerimi sunuyorum…

Psikanaliz & Bilim

Küçük çaplısından büyük çaplısına verdiğimiz bütün kararlar, korkularımız, kaygılarımız, tutkularımız ve hatta gördüğümüz rüyalar… Hepsi yaşanmışlıklarımıza, bilinçaltımıza dair ipuçları barındırmaktadır. Elbette ki, olumlu yaşantılar bilinçaltımızı şekillendirse de yaşadığımız yıkıcı olaylar, travmalar da bilinçaltımızın şekillenmesinde önemli yer oynamaktadır. Ve hatta ağır travmaların etkisi zaman zaman hemen atlatılamamakta ve bunlar uzun dönemli ruhsal problemlere yol açabilmektedir. Psikanalizin amacı, kişinin anlattıklarından faydalanılarak, kişiye yaşanılan sıkıntılı olayla yüzleşme ve sindirme sürecinde rehberlik edilmesi ve bu olayın etkilerinin zamanla yok edilmesidir.

Psikanaliz ve bilim deyince şu soruyu sormak gerekiyor: Isı kaynağına tabi tutulan her şeyin bugüne kadar sıcaklığının yükselmiş olmasıyla buradan çıkarım yapılıp ısının yayılımı nasıl ortaya atıldıysa, kişinin anlattıklarından ve hatta rüyalarında gördüğü figürlerden yararlanılarak psikiyatrik tedavinin de uzun yıllardır psikologlar ve psikiyatristler tarafından başarılı bir şekilde sağlanıyor olması psikanalizin bilimsel olduğu savını destekleyebilir mi? Her ne kadar determinist bir yaklaşım olsa da; ikisinin de gerçeklikten çıkarılan sonuçlar temelinde oluşturulan varsayımlar oluşu psikanalizi bilimsel yapar mı?

Psikanalizin bilimsel olarak nasıl gerçekleştiğini aydınlığa kavuşturmak elbette kulağa bir hayli imkansız geliyor. Doğru uygulandığında sonuca ulaşılıyor olsa da uygulama ve sonuç arasında bilimsel anlamda doldurulması oldukça güç bir boşluk bulunuyor. Sıcaklığı artan bir maddede gerçekleşen değişimler bugün aydınlatılabilmiş ve bilimsel olarak açıklaması yapılabilmiştir. Ancak psikanaliz gibi konseptlere bilimsel, olumlu ya da olumsuz açıklamalar getirmek nörobilimin ya da psikiyatrinin yakın gündeminde değil gibi gözüküyor. Öte yandan, ilimsel olmadığına dair ağır eleştiriler yapılıyor olsa da ben aksi ispatlanana kadar kesin kanaat getirilmemesi taraftarıyım. Neden diye sorarsanız; “Yanlışlığı kanıtlanamayan bir önermenin doğru kabul edilmesi tehlikesi”yle doğruluğu kanıtlanamayan bir önermenin yanlış kabul edilmesi tehlikesi arasında –bilimin son yıllarda her ne kadar inanılmaz bir ivmeyle ilerlediği göz ardı edilemeyecek olsa da, şu an dahi emeklemekte olduğumuzun bilim insanlarının çoğu tarafından ifade edildiği düşünüldüğünde- çok fark olduğu söylenemez. Nitekim bir bilinmezle ilgili sunulan her önermenin aslında spekülasyondan farksız olduğunu düşünüyorsanız henüz ispatlanamayacak bir önerme hakkında “bunun doğruluğu ispatlanamıyor, doğru muamelesi yapmayın” derken, sizi tatmin eden benzer bir önermeyle ilgili “bunun yanlış olduğu ispatlanmadı, böyle eleştiremezsiniz”, diyorsanız cümlenin başında belirttiğim savınıza karşı çıkıyorsunuz demektir. Psikanalizin uygulanması için bilimsel olması gerekliliği ise benim üzerine yazma yetkimin olmadığı bambaşka bir tartışma konusu…

Psikanaliz ile İlgili Konseptler

Gelelim psikanalizin “spekülasyonlardan uzak” ve aslında her birimizin zihninde bir şeylerle bağlantı kurmamıza neden olan yönlerine. Bu birimde ilk yazım olması nedeniyle psikanaliz ile ilgili tartışmaları fazla uzatmadan sizleri bu konuya biraz daha aşina hale getirmeye çalışacağım…

Yazının devamında davranış ve tavırların feminen ve maskülen karakteristiklerinden bahsedilmektedir. Bunlar kesinlikle insanların cinsel tercihleri, kişilikleri veya hayata bakış açılarıyla bağdaşık hür iradelerini hedef almamaktadır. Homofobiye karşı olan biri olarak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki cinsel hormon değişikliklerinden kaynaklı davranış ve tavır değişiklikleriyle ifade etmeye çalıştığım –testosteron düzeyinin yükselmesi sonucu artan hırçınlık ve agresiflik eğilimi gibi- cinsiyet, tercih ve yaşantı fark etmeksizin gözlemlenen “insani” özelliklerdir. Bu durum, bahsedilen kişinin cinsiyeti, tercihleri ve yaşantısı ayırt etmeksizin görülen biyolojik bir olaydır. Yazının konusu bağlamında kadın ve erkek cinsiyetleri odaklı anlatılmış olup arkasında asla cinsiyetçi veya homofobik bir yaklaşım barındırmamaktadır. Ek olarak, yazıda atıfta bulunulan Carl Jung’un görüşleri yazıda aktarıldığı kadarıyla tarafımca desteklenmektedir. Carl Jung’un homofobik veya cinsiyetçi görüşleri olduğu tartışmaları nedeniyle açıklık getirmek isterim ki; bu tip bir görüşe desteğim asla söz konusu değildir. Karşı cinsten alt kişiliğin aşkla bağdaştırılıyor olması tarafımca yalnızca iki cinsel tercihe indirgenmiyor olsa da Jung tarafından iki cinsel tercih üzerinden ifade edildiği için yazıda bu şekilde aktarılmıştır. Anlayışınız ve içtenliğiniz için teşekkür eder, cinsiyetçi veya homofobik bir niyetimin olmadığını özellikle hassasiyetleri dikkate alarak tekrar ve tekrar belirtmek isterim…

Elbette istisnai durumlar olmakla birlikte, şu ana kadarki hayatımda aşktan bahsetmemiş, aşka dair düşünmemiş bir insanla henüz tanışmamış olmamdan ötürü hepimizi ilgilendiren bir konu olduğunu söyleyebilirim sanırım. Psikiyatrist Carl Jung’un bu konudaki görüşü şöyle: her erkeğin ruhunda (ruh kelimesini burada ve yazının devamında spritüal bağlamda değil İngilizce ‘psyche’ kelimesine atıfta bulunmak için kullanıyorum, bir diğer değişle spritüal bir ruha atfedilen bütün bilinmeyenlerin bir gün bilinç üzerinde yapılan modern, bilimsel çalışmalar sayesinde aydınlığa kavuşturulabileceği görüşündeyim) feminen, her kadının ruhunda maskülen bir yanı vardır ve karşı cinsten birine, aslında içindeki o karşı cinsten alt kişiliğe benzediği için aşık olur. Şimdi paylaşacağım yaklaşımın –bu yaklaşım her ne kadar evrim teorisiyle birlikte çürütülmüş olsa da- mevzubahis insan zihni olduğu için bir tez olmasa da fikrin anlaşılması için faydalı olacağı görüşündeyim. Bir erkek ve kadının cinsel birlikteliği sonucu ortaya çıkan bir kız çocuğu genetik yapısının yarısının babasından geldiği düşünüldüğünde o erkeğin de aslında ruhunda feminen bazı karakteristiklere sahip olduğu söylenebilir. Ayrıca, kadınlık hormonu olarak adlandırılan östrojenin ve erkeklik hormonu olarak adlandırılan testesteronun her iki cinsiyette de bulunması ve ancak oranlarında meydana gelecek anormalliklerin erkeklerde feminen kadınlarda maskülen davranışlar ve tavırlar ortaya çıkarabileceği bilinmektedir. Feminen alt kişiliğe “anima”, maskülen altı kişiliğe “animus” adını veren ve bu yaklaşımın biyolojik temelleri de olduğunu düşünen Carl Jung da karşı cinsin karakteristiklerinin artış gösterdiği durumların bu alt kişiliği reddetmek ve görmezden gelmekle olduğunu düşünmektedir. Yani karşı cinse yakın davranış ve tavırların oluşması tıpta ve Jung öğretisinde de yer bulmuştur, peki bu durum hormoneldir Jung da zırvalamıştır diyebilir miyiz? İki durum eş zamanlı gerçekleşiyor ve hatta bu hormonel bozukluk bu reddediş ve görmezden gelişi daimi olarak tetikliyor olamaz mı? Bu durumda Jung’un zırvaladığını söyleyemeyiz ne yazık ki…

İkincil olarak, her birimiz gelişiyoruz, olgunlaşıyoruz her dakika ve her saniye… Olgunlaştıkça olan aslında şu: (deneyim sahibi olmak diye de buna deniyor olsa gerek) hayatta karşılaştığımız olaylara daha net, daha çabuk tepkiler veriyoruz, çocuksu şaşkınlıklarımız artık ayda yılda bir sıklığa indirgeniyor. Olayların üzerimize olan etkileri minimuma inerken, hayal kırıklıkları bize vız gelip tırs gidiyor… Peki, nasıl oluyor bütün bunlar? Evrimle kısmen bağdaşık şekilde anlatmanın daha akla yatkın olacağını düşünerek, doğan her insan atalarının yüzbinlerce ve hatta milyonlarca karşılaştığı olaylardan edindiği deneyimlerden –veya karşılaştığı olaylardan sağ çıkmasını sağlayan özelliklerinden diyelim- yapı taşlarını zihninde barındırır. Bunları birer paket olarak düşünürsek, her bir paket bir küçük söz hakkına sahiptir ve bir yaklaşım barındırır içinde. Bu paketlerin bilinç düzeyimiz; davranışlarımız ve düşüncelerimiz üzerinde kayda değer etkisi vardır ve aslına bakarsanız bize ne zaman ne yapmamız gerektiğini öğütlerler. Ancak hayatın dinamik yapısına ayak uydurabilmek için değişmek, gelişmek zorundayızdır, işte tam bu yüzden, bu paketleri birbirleriyle istediğimiz kombini oluşturacakları şekilde birbirleriyle birleştirebiliriz. Bu tıpkı 44 numara ayakkabının ayağınıza büyük, 42 numara ayakkabının ayağınıza küçük geldiğinde 43 numarasını istemeniz veya çamaşır deterjanıyla yumuşatıcı arasında istediğiniz temizlik ve yumuşaklığı elde edene kadar deneme yanılma yoluyla bir orana ulaşmanız gibidir. Örnek olarak, bir paket bir hayli anima arketipi içeriyor, bir diğeri bir hayli animus arketipi içeriyor ve siz ilki devreye girdiğinde bir olay karşısında gözyaşlarına boğulurken ikincisi devreye girdiğinde o olay karşısında kontrolden çıkıyor ve başınıza iş açıyorsanız bu ikisini tek bir pakette topladığınızda orta ayarlı bir tepki vermeyi öğrenmişsiniz demektir ve bu şekilde sağlıklı bir iletişim kurabilirsiniz, tıpkı çözümlerin insanoğlunu tarih boyunca hayatta tuttuğu, çözümsüzlüğün bir kısmını zaman içerisinde tarihten sildiği gibi. Kendinizi bir şeye adadığınızda ama aynı zamanda –bunun karşılığı olarak- onu size ait etmeye çalıştığınızda belki de ‘anne arketipi’nin ruhunuzda bir hayli baskın hale geldiğini söyleyebilir miyiz? Otorite edinmeye çalışırken rakipleri hoşgörü işe yaramadığında güçle saf dışı bırakmaya, onları dizginlemeye çalıştığınızda ruhunuzda ‘baba arketipi’nin baskın hale geldiğini söyleyebilir miyiz, bu otoriter babanızın üzerinizde yarattığı travmanın sonucu olarak bilinçaltınızın bilinç düzeyinize etkisi olabilir mi? Takipte kalın, görüşmek üzere…

Doktor Mutluhan İzmir ile Röportaj

Psikanalizin genel tanımını yapabilir misiniz, sizin için ne ifade ediyor?

-İnsanın kişiliğinin oluşumu bir fantezi üzerine kuruludur… Ego veya ‘ben’ dediğimiz şey bir fantezinin içinde bulunur, varoluşunu fantezinin içinde bulur. Bu fanteziler ödipal… veya dış dünyanın ağır bastığı mistik, dinsel temalı ya da ekonomik ağırlıklı olabilirler. Belirli inançlara dayalı birtakım fanteziler kurarız ve dünyamızı bu zeminde okuruz. Eğer sizin aktüel fanteziniz sağlıklı yaşamanızı sağlıyorsa sorun yoktur. “Ama hepsi bir fanteziye dayanıyor” diyeceksiniz; doğru;  tamamen fanteziden arınmış bir yaşam veya ben kurmak mümkün değil, bunu ortaya koymak lazım. ‘Ben’ tek başına var olacak bir şey değil. Sorun nerde ortaya çıkıyor? Eğer aktüel fanteziniz bugünkü koşullara uymanıza yardımcı olmuyorsa, geçmişten kalan bir fantezi üzerinde hala beyninizi yürütmeye çalışıyorsanız, orada nevroz dediğimiz bir sorun ortaya çıkıyor: [görünürde] takıntı olabilir, kaygı olabilir, kendini küçük-büyük görme, başkalarını çok gerçekçi değerlendirememe, bazı şeyleri gözünde çok büyütme, olmadık hedeflere yönelme olabilir… Mesela bazı insanlardan şunları duyarsınız: “Çok güveniyorum insanlara, hayal kırıklığına uğruyorum.” ya da “Hiç güvenmiyorum, insanlarla iletişim kuramıyorum.”, “çok gerçek dışı değerlendirdiğim şeyler oluyor, onların peşinde koşup koşup vakit tüketiyorum, sonunda bakıyorum ki hiçbir şey elde edememişim, gereksiz bir şeyin peşinde koşmuşum”, bunlar hep nevroz dediğimiz tabloların nedenidir. Nevrotik insanın aklı başındadır ama güncel olmayan sorunlu bir fantezinin içinde hapsolmuştur, buna ‘narsistik fantezi’ deriz, kişiyi gerçeklikten kopartır. Sonuçta bütün fanteziler narsistik fantezilerdir ama narsistik fantezinin gerçekçi olması lazım [sağlıklı olarak değerlendirilebilmesi için]; bugün örneğin, ekonomide piyasayı, parayı yüceltiyorsanız bu sizin sağlıklı yaşamanızı sağlayacak bir fantezidir. Sonuçta ne piyasada o kadar para var, ne de assetlerin değeri söylenildiği kadar… Aslında ortada böyle bir değer yok ama olduğu varsayılarak borsa kuruluyor. Çapraz kurlar vs. bunların hepsi birer fantezi ama bunlara inanmanız gerekiyor şu anki dünyada sağlıklı yaşayabilmeniz için. Buna uyum sağlamanızı engelleyecek bir fantezi içinde hapsolmuşsanız o zaman hastalık ortaya çıkıyor. Psikanaliz de insanı hapseden ve bugünkü gerçekliği görmesini engelleyen geçmişteki fantezilerin, açığa çıkartılmasına yarar. Kişinin içine girip yaşadığı bu fanteziler, coşku yaratan, korkuyu engellemeye yönelik olarak insanın ödipal dönemlerden getirdiği aşırı korkuları yokmuş gibi varsayacak birtakım başka fanteziler (yardımcı fanteziler) ve daha birçoğu olabilir. Kişinin önce korku dolu fantezilerden çıkarılmasını sağlamak daha sonra diğer fantezilerden çıkmasını kolaylaştırır. Psikanaliz sonucunda insan daha görülmesi, bakılması gereken yere bakacak hale gelir.

-Yani sağlıklı insan da fantezi içindedir ama bu fantezinin hayatına uygun olması gereklidir, öyle mi?

-Kesinlikle, fantezisiz, fantezi içinde olmayan sağlıklı bir birey tanımlamak mümkün değil.

-Bunu sübjektivite olarak düşünebilir, her bireyin bir göreceli perspektifi vardır diyebilir miyiz?

-Evet

-İkinci olarak; psikanalizin günümüzde bilimsel olup olmadığı tartışmaları var, hatta tehlikeli olduğu bile söyleniyor. Sizin bu eleştirilere bakış açınız nasıl?

-Psikanaliz deyince tek bir ekolden bahsedemiyoruz ne yazık ki; birbirinden farklı çok sayıda ekol var psikanalizde. Örneğin ego odaklı psikanaliz var ya da Jung akımı psikanalizi… Benim anlattığım türde psikanaliz daha çok Lakan’cı psikanalize yakın bir psikanaliz tarzıdır. Öznenin diyalektik yapısıyla ilgili bir müdahaleye yöneliktir; egoyu güçlendirmeye yönelik değildir. Egoyu güçlendirmeye yönelik psikanalitik yaklaşımlar bence de sağlıksız ya da Jungian yaklaşımlar oldukça sağlıksız.

-Bireyselleşme (individuation) mesela değil mi?

-Evet, Egoyu güçlendirme analizanla analist arasında bir fantezi oluşumuna ve orada güçlü bir egonun ortaya çıkmasına neden oluyor. Eğer transferans-kontrtransferans bağlamında gidiyorsa psikanaliz, o zaman analist ile analizan arasında bulunan fantezinin içinde oluşan bir ego söz konusu oluyor. O egoyu güçlendirebilirsiniz bu fantezi içinde ama bu oldukça kısıtlı, dar bir alanda hareket edecek bir ego olacaktır. Bunlar bize göre sakıncalı şeyler. Onlar da bizi eleştiriyor tabi. Ya da öznenin Lakan’cı akımda çok ileri giden, öznenin yalnızca dilden ibaret bir yapı olduğunu söyleyen görüşler var; ben onlara da katılmıyorum. Öznenin bir vücutsal-biyolojik yapısı var, imajinel yani imgesel yapısı var ve bir de toplumun kurallarıyla yüzleştiğinde ortaya çıkan yapısı var, bu üç etkinin bir arada olması çok çok önemli öznenin yapısı açısından. O yüzden, psikanalize yöneltilen eleştirilerden mutlaka haklı olanlar var.

-Psikanalizin içerisinde de görüş ayrılıkları olduğundan bahsediyorsunuz, değil mi?

– Tabi birbirinden çok farklı gruplar var. Mesela biz –Lakan’cı ekolun önemli bir kısmı- egonun güçlendirilmesine kesinlikle karşıyızdır. Ego bizim için kendi başına bir sorundur, çünkü ego bir fantezi içinde oluşmuştur. Sorunların bizzat kendisidir ego. Öbür taraf diyor ki egoyu güçlendirelim, bu çok çatışmalı bir konu bizim aramızda. Bilimsel olup olmadığı konusunu ele alırsak: ölçülebilir şeyler yok deniyor; doğru. Bir laboratuvara girip bir makine deneyinde olduğu gibi makinanın verimliliğini, enerji kaybını ölçmek gibi metotlarımız yok ama bilimlerin çoğunda böyle doğrudan ölçülebilir şeyler yok, yani gözleme dayalı bilimlerde, örneği jeofizik.

-Fizik mesela, tamamen ampirik bir bilim dalı.

-Evet, ya da kuantum fiziği tamamen teori üzerine… Deneylerle CERN’de birtakım şeyleri ortaya çıkardılar ama bakın CERN’de ortaya ortaya çıkan sonuçları önceden teorik zemin üzerinde yazdılar. Yani bir sürü kuram vardı, onların biri doğrulandı. Psikanaliz de böyle bir şey. Bu durumda, İsviçre CERN’de doğrulanıncaya kadar bilimsel değil miydi kuantum fiziği? Bilimseldi. Yani sonuçta, birtakım matematiksel öngörülere dayanarak bir kuram kuruyorsunuz. Psikanaliz de böyle, ama tabi psikanalitik eğitim, psikanalist yetiştirme okulları şu anda çok sağlıklı değil. Yani mesela, Lakan da bunu böyle görerek ayrılmış. Şu anda, kendi içlerine kapalı, dışardan üye kabul etmeyen, kendileriyle çalışmayanları psikanalist olarak kabul etmeyen birtakım kuruluşlar söz konusu, çıkar grupları, mafya grupları gibi… Bu kendilerinin ne yaptığını görmelerini de engelliyor tabi. Olayın bilimsel zemine çekilmesini de engelliyor çünkü bazı şeylere sıkı sıkı sarılıyorlar, ego psikolojisine sıkı sıkı sarılanlar var. Sigmund Freud’un kızı Anna Freud’un öncüsü olduğu bir akımdır ego psikolojisi. Onun dedikleri değişmez, kutsal bir yasa gibi kabul ediliyor ve hiçbir şekilde sorgulanamıyor, bunlar sağlıksız durumlar. Ne yazık ki, psikanalizle ilgili konuşulacak eleştirilecek çok şey var, zaten bunları yaptıkça psikanaliz kabul görecek, ilerleyecek ve daha bilimsel bir zemine çekilecek. Ama insanla ilgili şeyleri bir kimya deneyi gibi bir fizik deneyi gibi laboratuvara indirgemek çok zor bir şey. O zaman sosyolojiyi de bilimsel kabul etmemek lazım. Birçok dal bu durumda bilimsel olarak kabul edilemeyecektir; ama sonuçta sosyoloji diye bir bilim dalı var. Psikoloji de mesela bir bilim dalı olarak kabul ediliyor ki kurucusu Freud’dur zaten. Yani psikanaliz de bilimsel tarafları olan bir daldır ama eleştirileri de hak eden bir durumdadır şu anda, özellikle çok içine kapalı olması bakımından. Ben tabi bazı eleştirileri de çok haksız bulmuyorum ama bazı eleştirilerinden de haksız eleştiriler olduğu kesin; yani bilimsel olmadığı ve tehlikeli olduğuyla ilgili; doğru uygulandığında insanların hayatını kurtaran bir yöntem.

-Neticesinde, siz sonuç alıyorsunuz ki yıllardır uyguluyorsunuz, değil mi?

– Tabi ki. Kesinlikle sonuçlar alınıyor, çok da yüz güldürücü sonuçlar alınıyor.

-Peki psikanalizle nelerin değiştirilebileceğini düşünüyorsunuz şu an için. Örneğin, Carl Jung’un, Dünya Savaşlarının nedenlerinin aslında liderlerin veya o savaşların oluşumunda rol oynayan diğer insanların iç dünyasıyla ilgili olduğuna dair görüşleri vardı. Yani neleri değiştirebilir, neleri engelleyebiliriz? Sizce sadece terapi olarak sınırlı kalmalı mı, yoksa daha başka yararlar sağlanabilir mi?

-Bence terapi olarak sınırlı kalmalı çünkü o liderler sadece çıkması kaçınılmaz olan savaşların aktörleri olmuşlardır. Yani savaş peşinde koşan bir lider bundan başka bir şey değildir. Zaten ego psikolojisinden çıktığınızda ya da Jung’un tanımladığı katı kalıplar içinde kalan tanımlanmış katı formulasyonlardan çıktığınızda aslında insanın yapısının ne kadar oynak, esnek, koşullara bağlı olarak değişen bir yapı olduğunu görüyorsunuz. Çok barışçıl bir insanın fırsat bulduğunda savaş taraftarı olup en önce çıkması ve savaşa liderlik yapması da söz konusu olabiliyor. Tabi ülkelerin kendilerini savundukları savaşlardan bahsetmiyorum ama emperyalizm savaşları ya da başka bir ülkeye yapılan haksız saldırılardan bahsediyorum. Burada liderle ilgili faktörler çok çok az ve göz ardı edilebilir düzeyde. Sonuçta o koşullar oluştuktan sonra, ona önderlik edecek birileri mutlaka bulunuyor. İnsanın yapısı böyle zaten, koşullara bakar ve ona göre kendisini ayarlar: doğrusunu, yanlışını belirler, kendi doğrusunu o koşullar altında yeniden değerlendirerek yeniden kurar, önderlik etmesi gerekiyorsa önderlik eder. Çok barış söylemi yapmasına rağmen, örneğin, Obama’ya barış ödülü verildi ama dünyada en çok savaş nedeniyle ölüm onun döneminde yaşandı ve bizzat kendi ülkesinin de içinde olduğu savaşlardı bunlar. Böyle çelişkilerle karşılaşmak kaçınılmaz oluyor bu yüzden.

-Daha çok şartlardır diyorsunuz o zaman çatışmaların nedenleri?

-Koşullar evet, koşullar önemli. Özellikle ekonomik koşullar savaşların nedenleri.

-Rasyonalizm eğitimde hâkim, hayatın her alanında hâkim ve bu duruma sadece sosyal alanlarla ilgilenen insanlar tarafından eleştiriler yapılıyor. Sizce bu rasyonalist, materyalist akımı –çoğu zaman psikanaliz eleştirilerinin kökeni de bu- değiştirmek için ya da daha optimal hale getirmek için psikanaliz bir araç olarak kullanılabilir mi, bu açıdan sormuştum sorumu.

-İnsanları rasyonel hala getirmek bir ütopya, ütopik bir hedef. İnsan rasyonel olamaz.

-Şu an zorlanıyoruz ama rasyonalizme eğitimde olsun, hayatın genelinde olsun, asla durmak yok.

-Tabi bunun en önemli nedeni demokrasi ve serbest piyasacılık denen şu anki iki önemli fantezinin rasyonel birey fantezisi üzerine kurulmuş olması… Bu fantezi üzerine, yani insanın rasyonel olduğu fantezisi üzerine, insanın özgür seçim yapabileceği çıkarımı üzerinden demokrasi kuruluyor ve özgür tercih yapabileceği çıkarımı üzerinden serbest piyasacılık kuruluyor. Bunlar özgür, demokratik dünyanın en önemli iki ayağını oluşturan fanteziler. O bakımdan, rasyonel insan fantezisini oldukça güçlü bir şekilde savunuyorlar, yoksa çökecek. Psikanalizi Amerika, Anglosakson Dünya’sı bu fanteziye destek olacak hale getirdi: ego psikolojisi bu fantezilere destek olacak bir şey. Psikanaliz insanı rasyonel hale getirir diyorlar, ego psikolojisi bunu iddia ediyor, Jung da bunu iddia ediyor. Rasyonel hale gelebilecek bir insan yaratabilir misiniz? Böyle bir şeyi hiç kimse yapamaz, psikanaliz de yapamaz zaten. Psikanaliz sadece insanın, ne kadar irrasyonel olduğunu anlamasına yardımcı olur. Buna yönelik olarak insanın kendisiyle ilgili bir tutum takınmasını sağlayabilir, yani irrasyonel olacağını hesaba katmasına. İnsanın, rasyonel bireyin adımlarına olan inancı sorun yaratmış tarihte, ama irrasyonel olduğunu kabul etmesi bence daha sağlıklı adımlar atmasını sağlayabilir. Bütünüyle hiçbir şeyi rasyonel yapamayacak bir durumda mı insan? Kendi içinden gelmiyor o rasyonalite, yani oluşturduğu toplumsal yapının, ekonomik yapının yansıması olarak bir rasyonalite söz konusu olabiliyor.

-Ortak kabul de diyebiliriz değil mi?

-Yani tek bir bireyin bir rasyonel kriter ortaya koymasıyla elde edilecek bir şey değil ama ortak bir rasyonalite kriteri oluşturulabilir, o anki mekanın gerektirdiği koşullar daha rasyonel olarak değerlendirilebilir. Ama bu yüzde yüz bir rasyonalite olmayacaktır; olabilecek en iyisi bu olabilir. Ama insanı rasyonel bir birey olarak sonunda kabul etmek irrasyonaliteyi çok şiddetli bir şekilde artırıyor. Orada insan öyle fantezilerin peşinde koşmaya başlıyor ki insan artık bir şeyleri göremeyecek hale geliyor ve çok büyük hatalar ortaya çıkabiliyor.

-Komünizm belki örnek verilebilir bu duruma çünkü ideallerin peşinde koşarak yola çıkılıyor ama bir yerden sonra diktatörlüğe gidiyor.

-Komünizmin belki en büyük hatası bu oldu. Bunu dinler binlerce yıldır söylüyor: bireyin rasyonel, akılcı bir insan olduğunu; ama ilginç bir şekilde, Marksist sistem de aynı şekilde başlayıp bu noktada buluştular. Dinler ve Marksizm… Ve şu anda serbest piyasacılık, liberal sistem de aynı noktada buluşmuş durumda. Ama birey, özne rasyonaliteden oldukça uzak bir yapı.

-Hepsi insanı olduğundan üstün bir yerde gösteriyor.

-Evet, sonuçta o noktaya gelip dayanıyor herkes. Ama özne her zaman fantezilerin içinde kendini ifade edebilen bir yapı. Onun dışında bir ifadesi yok, yani vücudunu ifade edebilir özne, vücudunun ihtiyaçlarını, vücudunun keyif alabileceği şeyleri vs. ama bunlar da toplumsal anlam taşıyan şeyler değil. Kesin olarak ifade edebileceğimiz şeyler daha çok biyolojik yapımızla ilgili şeyler: acıktığımızı, üşüdüğümüzü kesin olarak biliriz.

-Ki bazen onlar bile psikolojik olabiliyor.

-Evet dediğiniz doğru, o bile olabiliyor. Ama bunlar olabilecek en net ifadelerimiz. Ama bunların da toplumsal bir anlamı yok. Bir bireyin sürekli kendi vücudundan bahsetmesi rasyonalitedir diyemiyoruz. Sonuçta toplumsal matris içinde çeşitli değişkenleri içeren bir yapının içindeyiz. Yani o kadar çok fazla değişken var ki vücudumuzun ihtiyaçları, keyifleri o matris içinde başkalarına çok fazla bir yarar getiremiyor. Toplu yaşamda daha sağlıklı yaşamamızı sağlamıyor, herkes bireysel bir şekilde ifade ettiğinde. Evet, vücudumuzu yönetebiliriz bu önemli bir şeydir ama onun dışında tamamen psikolojik, zihinsel alana kaydığımızda kontrolü bu kadar kesin sağlayamıyoruz; bir şeyler bizi alıyor, götürüyor. Geçmişte hep fanteziler içinde yaşamış olduğumuz için, insan her ne kadar rasyonel duruma yakın hale gelse de geçmişte yaşadığı fantezilerle her zaman güçlü bir bağ kurması söz konusu. Yani birey her zaman onlara da bağlı kalıyor aslında ve kritik noktalarda, özellikle travma sonrasında, korku anında gelecek kaygısında vs. geçmişte bağlarının güçlü olduğu, geriye ittiği fantezilerle ilişkisi daha güçleniyor bireyin. Bu şekilde değişken bir yapı da var. Yani bir bireyi olabildiğince rasyonel hale getirseniz bile hayatın akışı o kadar belirsiz ki travma, korku, belirsizlik anında birey o geçmişteki fantezilere daha çok sarılacak ki öyle de oluyor zaten.

-Sanırım siz şöyle görüyorsunuz: bu fantezilerin reddedilmesi egonun güçlendirilmesiyle oluyor, bu da bir sıkıntıdır; ama bu fantezilere kaptırılıp gidilmesi de diğer bir uçtur bu da sıkıntılı bir durumdur, orta nokta bulunmalıdır.

-Şöyle: ego dediğimiz zaman her zaman bir fanteziden bahsediyoruz.

-Peki, bu durumu diğer fantezileri reddedip ego fantezisine yoğunlaşmak olarak görebilir miyiz?

– Orada şu önemli: benim psikanaliz olarak kabul ettiğim şeyde birey hangi fanteziyi seçmesi gerektiğini daha iyi bilen, yukarıdan bakabilen bir özne haline geliyor. Evet, orada da diyelim ki serbest piyasacılık ve demokrasi fantezisini seçtiniz. Burada bir egonuz mutlaka oluşacak, egosuz yaşamak mümkün değil ama sabit bir egomuz yok. Burada ego daha sağlıklı bir ego gibi yaşayabilir; ama bunun da sonuçta bir fantezinin ürünü olduğunun farkına varıyorsa bu sağlık belirtisidir. Yani bu noktaya gelmiş birey sonuçta hep bir fanteziye ihtiyaç duyacak ve o fantezinin içinde oluşmuş ego olarak kendini fark edecek. Önemli olan sabit, sorun yaratan bir fantezide hapis kalmamak ve fantezilerimize ve egomuza yukarıdan bakabilmek. “Evet, ben şu anda şu fantezinin içinde esir kalmışım” ya da “Şu fantezinin içerisinde sağlıklı gibi görünen aslında pek de sağlıklı olmayan bir ego olarak işlev görüyorum”, mesela bunlar oldukça sağlıklı bakış açıları, artık bunun ötesi masal yazmak gibi geliyor bana; ego, ego psikolojisinde öyle bir hale geliyor ki, artık sanki tanrısal bir seviyede doğruyu yanlışı kendi başına ayıran hiçbir fantezinin esiri olmayan bir ego ortaya çıkıyor vs. Böyle bir ego yok, böyle bir ego olması mümkün değil. Ama özne kendi egolarının hangi fantezilerle bağlantılı olduğunu, hangi egoyu neden seçtiğini  ve hangi fantezinin daha sağlıklı olabileceğini ayırt edebiliyorsa ve bunu irdeleyebiliyorsa, yordayabiliyorsa, en uç noktadaki sağlık budur psikanalizin ulaşabileceği.

-Jung psikanalizindeki arketiplerin asimile edilmesi konusunda da bir insanüstüleştirme var mesela değil mi?

-Tabi ki.

– Sizin bakış açınıza göre sadece seçebiliriz, kontrol bizde olabilir ama her şeyi yönetemeyiz.

-Yönetemeyiz. Yani sonuçta hiçbir fantezinin fanatiği haline gelmemek, hiçbir egonun en son nokta olmadığını bilerek hareket etmek çok önemli. Yani arketipler vardır ama herkesin içinde var olarak doğmazlar; her birey sonuçta bir anneden doğuyor ve her bireyin de bir babası var, bu nedenle arketipler birbirine çok benziyor ama dış dünyayla yüzleşmeden önce bu arketipler içimizde olduğu için değil. Dünyadaki her bebek sonuçta ilk yıllarında aynı biçimde yaşadığı ve koşullar hemen hemen aynı olduğu için arketiplerle sanki karşılaşıyoruz. Ama bu koşullar farklılaştıkça o arketipler yok oluyor. Niye, çünkü orada farkı bir alışveriş içine girerek farklı bir ego kurmaya başlıyoruz.

-Az önce sizin söylediğiniz bu terapinin de amacı gibiydi biraz değil mi? Kişinin nerde bulunduğunu görmesini sağlamak.

-Evet: kişinin yukarıdan bakması. Yani burada hiç kimse artık kendisini suçlama, kendisini yüceltme, kendisini yerme gibi bir noktada takılı kalmıyor terapiden sonra. Artık daha bilimsel daha akılcı bir şekilde kendine bakmaya başlıyor.  “Evet, ben şunu şu nedenle yapmışım, şu anda  böyle davranıyorum çünkü koşullar bu, böyle yapmak zorundayım. Ama kesin doğru mu benim bu yaptıklarım, hiçbir zaman kesin diyemeyeceğim yaptıklarıma…” diyor. Bu, fanatiklikten kurtulmak ve başkalarına daha insancıl davranabilmek için önemli. Yoksa, başkalarına çok acımasız davranabiliyor insan kendi doğrularını net doğru olarak kabul ettiğinde. Ego psikolojisi de zaten başkalarına yönelik şiddeti engellemekten çok kışkırttı. Bir yüce kutsal, ben yarattığımız zaman, kutsal olmayan benlere karşı daha acımasız oluyoruz.

-İlaç kullanımını sanırım biraz abartılı görüyorsunuz; Türkiye olsun, diğer ülkelerde olsun.

-Psikiyatride şöyle bir durum var: depresyon en çok görülen hastalık oldu. Herkes depresyon tanısı alıyor ve antidepresan başlanıyor. Ama bizde en çok görülen hastalık depresyon değil kaygı bozuklukları yani anksiyete bozuklukları. Anksiyete grubunun altında obsesif kompulsif bozukluk, kaygı bozukluğu, panik bozukluğu ve post travmatik stres bozukluğu şeklinde dört alt grup var. Bunlar en sık görülen tablolar, örneğin somatizasyon bozuklukları. Bu çok görülen hastalık grubu aleyhine, az görülen depresyon lehine bir tanı sapması söz konusu psikiyatride. Yani, 100 kişi geliyorsa psikiyatriste bunların 50-60’ı aslında anksiyete grubu. Bipolar, psikoz gibi diğer kişileri çıkardığımızda %5-10 gibi bir depresif spektrum kalıyor; ama teşhislere bakıyorsunuz %50-60 depresyon, yani depresyon lehine aşırı bir tanılandırma söz konusu ve depresyon tedavi edecek dozda depresyon kullanılıyor. Sonuçta anksiyete grubunda da antidepresan kullanılıyor mu, kullanılıyor; ama onlarda çok daha düşük dozlarda kullanılıyor. Bu aşırı tanılandırma nedeniyle yüksek dozda antidepresan kullanımı çok büyük sorunlara neden oluyor.

-O dozda kullanılmaması gerekirken değil mi?

-Evet, yani bipolar hastalıklar bu yüzden çok artı, çünkü yeni, güçlü, andidepresanlar bipolar hastalığı çok şiddetli bir şekilde tetikliyor. Hayatı boyunca bipolar olmayacak insanlarda bipolar tablolar görüyoruz. Ne yapıyor o zaman kişi, aşırı para harcıyor, kontrolsüz cinsel eylemlere giriyor, öfkeli oluyor, iş değiştiriyor, okulunu bırakıyor, intihar eğilimi çok güçleniyor, intihar ediyor veya başkalarına şiddet uyguluyor. Bakın, kadın cinayetleri ne kadar kolaylaştı; kadınlara yönelik şiddet uygulayan erkeklerin birçoğu, kadının erkeği terk etmesinden sonra depresyonda olduğu için psikiyatriye başvurup antidepresan kullanıyor olabilir; ama depresyonda mı o insan gerçekten, bence o insanlar kaygı yaşıyorlar kadın kendilerini terk ettikten sonra. Antidepresan kullandıktan sonra da şiddet eğilimi artıyor, cesaret geliyor insanlara, aslında böyle yapmayacakları halde… Böyle olabilir, bunu araştırmak lazım, bunun üzerinde durmak lazım. Kesinlikle böyledir diyebileceğim veriler elimde yok, ulaşamıyoruz o verilere. Ben devlete, SGK’ya başvurdum “Bu insanların antidepresan kullanımıyla ilgili bilgiler var mı, araştıralım, daha önce suç işlememiş insanlar bunlar sonuçta ama karısını öldürüyor, çocuklarını öldürüyor intihar ediyor vs. niye böyle bir patlama oluyor” diye. O yüzden, şiddeti de körükleyebildiği için ilacı doğru yerde, doğru dozda kullanmak çok önemli; telafi edilamez sonuçlar doğuruyor.

TAVSİYELER

[1] https://www.tavsiyeediyorum.com/doktor_9221_mutluhan_izmir.htm

Makale adı: “Individuation: The Process of a Lifetime”, Sayfalar 1-13, Yazarlar: Howard W. Tyas, Jr., D. Min., Jungian Analyst

Makale adı: “Components of Individuation 1: What is individuation?”, Kaynak: Jungian Center for the Spiritual Sciences

Makale adı: “From mythology to psychology: Identifying archetypal symbols in movies”, Sayfalar: 101-104, Yazarlar: Huang-Ming Chang, Leonid Ivonin, Marta Diaz, Andreu Catala, Wei Chen and Matthias Rauterberg

Kitap adı: “Jungian Reflections within the Cinema”, Sayfalar: XI-XX, Yazar: James F. Iaccino

Kitap adı: “Jung’s psychology and its social meaning; an introductory statement of C.G. Jung’s psychological theories and a first interpretation of their significance for the social sciences”, Bölüm: “III PERSONS WITHIN THE PERSON”, Sayfalar: 81-93

 

 

Leave a Reply