Bazen bir sesin yankısı, kelimelerin edemediği hakikati dillendirir.
Bazen bir konser, yalnızca notalarla değil, bedenle, mekânla ve sessizlikle konuşur.
Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi (MSSF), 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde bu türden bir hatırlayışa tanıklık etti. Pergola Kolektifi, bu özel gün için alışılmış anlatı biçimlerinin ötesine geçerek bir konser sundu; ama bu “konser” aynı zamanda bir hafıza alanı, bir bedensel yankı, bir duyusal geçişti. Sahneye çıkmadan önce gelen sessizlik, bu defa sadece bir boşluk değil, yüklenen anlamların taşıyıcısıydı.
Kolektifin seçtiği isim bile başlı başına bir gösterge. Pergola, örtülü ama açık, geçişli ama sınırlı bir yapıdır. Bu kavramsal yapı, konserin kendisine de birebir yansımıştı.

Performanslar boyunca izleyici, bir yerden bir yere götürülmedi; bir yerle birlikte dönüştürüldü. Pergola, bu dönüşümün içinde hem sesin hem de sessizliğin taşıyıcısı hâline geldi. Aynı zamanda cam tavanlar* ın da simgesi oldu.
Pergola Kolektifi’nin öncülüğünde şekillenen bu sergi, klasik temsillerin ötesine geçerek, sanatın politik ve varoluşsal katmanlarını sorguluyordu. Kolektifin ismini aldığı pergola** yapısı, nasıl ki yarı açık bir geçiş alanıysa, bu sergi de izleyiciyi açık uçlu, geçişli bir deneyime davet ediyordu. Programda yer alan her eser, yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda bir bedensel katılım çağrısıydı. Sesler sahneden değil, mekânın içine sızarak izleyiciyi çevreliyordu. Beden; sadece oturan bir varlık değil, hatırlayan, titreşimlere yanıt veren bir araç hâline geliyordu.
Her sahne, kendi mimarisiyle konuşur. Bilkent MSSF Konser Salonu ise sadece konuşmadı; fısıldadı, yankıladı, aktardı. Finli akustik danışman Matti Heikkinen’in dokunuşlarıyla tasarlanan bu salon, yalnızca müzik için değil, duyusal hikâyeler için inşa edilmiş gibiydi. Pergola Kolektifi’nin sunduğu bu performans, salonun mimari duyarlılığıyla birleşince, ortaya yalnızca bir dinleme değil, bir hatırlama deneyimi çıktı. Sesin yoğunluğu ile sessizliğin dokusu arasında kurulan o zarif denge, izleyicinin içinde bir şeyleri yerinden oynattı.
Sanatın Tanıklığı ve Kadınların İzleri
Peki her 8 Mart geldiğinde bir soru tekrar sorulacak mı?
Bu gün kutlanır mı, yoksa anılır mı?
Pergola Kolektifi’nin sunduğu bu konser, bu soruya sözle değil, formla yanıt verdi.
Kutlama, neşeyle değil, farkındalıkla yapıldığında anlam kazanır. Bu etkinlikte izleyiciye ne bir manifesto ne de hazır bir duygu sunuldu. Onun yerine, bir alan açıldı: Düşünmek, hissetmek, belki de hiçbir şey demeden içinden geçirmek için bir alan.
Kadınların sesi, ezberlenmiş metinler üzerinden değil, tıkanan boğazlar, titreyen sesler ve yankılanan boşluklar üzerinden kuruldu. Bazen bir susturulmuşluk, bazen bir varoluş çırpınışı. Ama hep, bir ses hâlinde.

Pergola Kolektifi’nin bu konseri klasik bir müzik etkinliği değildi. Orkestral düzenlemeler, elektronik dokunuşlar ve sesin sınırlarını zorlayan performanslar bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey bir “şov” değil, bir anlatıydı. Sahnede yer alan her sanatçı, yalnızca enstrümanıyla değil, bedeniyle, varlığıyla, alanla konuşuyordu. Performans boyunca izleyiciye herhangi bir bilgi aktarılmadı; onun yerine, sesin fiziksel varlığı ve sessizliğin zihinsel yankısı üzerinden anlam kuruldu. Bu yönüyle konser, yalnızca dinlenen değil, yaşanan bir deneyime dönüştü.
Etkinlikte kadın temsili yalnızca içerikte değil, yapıda da belirgindi. Sahnedeki performanslarda cinsiyetler bir rol gibi değil, bir titreşim gibi vardı. Kadın sesinin güçlülüğü, “yüksek sesle konuşmak” üzerinden değil; varlığını sabırla sürdürebilmekten geçti.
Kadınların Sesi: Yüksek Değil, Derin
8 Mart’ın yalnızca bir kutlama günü değil, tarihsel bir hatırlama eylemi olduğunu bu sergi bir kez daha ortaya koyuyordu. 1857 yılında New York’ta çıkan fabrika yangınında hayatını kaybeden kadın işçilerin ardından, bu gün artık yalnızca “kadın” değil, emekçi kadın kimliğini de içine alacak şekilde anılır oldu.

Fakat geçen yıllarla birlikte bu tarih, yalnızca emek değil, varlık, temsil, kimlik ve adalet gibi kavramlarla da örüldü. Pergola konseri, işte bu tarihsel sürekliliği kesmeden bugüne taşıyan bir ifade alanı sundu.
Burada “kadın” tekil bir kavram değildi. Eserlerin çoğu, kimliklerin kesiştiği, sınırların belirsizleştiği, rollerin iç içe geçtiği anlatılarla örülmüştü. Kadın hem toplumsal bir pozisyondu hem de yaşamsal bir dirençti. Bazı işler annelik temasını sorgularken, bazıları kadının gündelik rutinlerdeki görünmez emeğini merkeze alıyordu. Bazılarıysa doğrudan şiddeti, bastırılmışlığı ve sessizliği işaret ediyordu. Her bir anlatım, kadının “sadece kadın” olmakla yetinemeyeceği bir dünyada nasıl hayatta kaldığını, var olmaya çalıştığını görünür kılıyordu.
Bu sergi–konser hibriti etkinlikte kadın olmak; bağırmak değil, yankılanmaktı ve izleyici o yankıyı yalnızca kulaklarında değil, bedeninde ve zihninde taşıdı. Pergola Kolektifi’nin konseri “zamanla yarışan” bir etkinlik değildi. Süresi belirli olsa da yarattığı etki zamana bağlı kalmayan, hatta zamanı esneten bir tür deneyimdi.
Anılmayan Değil, Duyulan Bir 8 Mart
Bu tür performansların Bilkent gibi akademik ve sanatsal yoğunluğu yüksek bir üniversitede yapılabiliyor olması, ortamın çok sesliliğini ve kapsayıcılığını gösteriyor. Bilkent Senfoni Orkestrası (BSO), bu çok sesliliğin düzenli taşıyıcısı olarak yalnızca klasik müzik konserleriyle değil, aynı zamanda sanatın yeni dillerine alan açan yapısıyla da öne çıkıyor.

BSO’nun her sezon sunduğu programlar; klasik bestecilerden çağdaş işlere, genç solistlerden dünya çapındaki misafir şeflere kadar geniş bir yelpazeye sahip. Bu konseri izleyen izleyiciler belki de bir sonraki hafta aynı salonda BSO’nun icra ettiği bambaşka bir eserde, o yankıyı yeniden bulacaklar.
Çünkü bazı sesler, notalara sığmaz.
Sergilenen işler sadece estetik birer nesne değil aynı zamanda toplumsal müdahale araçlarıydı. Bu işler aracılığıyla kadınlar yalnızca sanat üretmiyor, aynı zamanda bir anlatı oluşturuyor, bir araya geliyor, bir tür ortak hafıza inşa ediyordu. Feminist sanatın yıllardır vurguladığı gibi: Estetik, politik bir alandır ki konser de bunu çok açık şekilde gösterdi. Bir video-performans ile bir belgesel arasındaki sınır silikleşiyor, izleyiciye salt bir izleme eylemi değil, tanıklık görevi yükleniyordu.
Sanat kimi zaman yalnızca bugüne değil, geleceğe seslenir. Kadınların bedenlerinde, anılarında ve hayatlarında taşıdıkları izleri yalnızca ifşa etmiyor, aynı zamanda aktarıyordu. Bu sergi, bugün burada olanı yarına bırakma sorumluluğu da taşıyordu. Bir gün birileri bu izlere yeniden baktığında, sadece bir sanat etkinliği değil, bir hafıza eylemi görecek.
Ve geriye, iz bırakan kadınların yankısı kaldı.
Kısaca Pergola Konseri, bu tarihsel sürekliliği ve hafızayı sanatın evrensel diliyle bugüne taşıdı. Sanatın tanıklığıyla görünür olan kadın sesleri, izleyiciye sadece bir tema değil, bir çağrı da sundu: Gör, duy ve unutma. İz’in Taşıdığı Kadınlar, yalnızca sanatla değil, tarih, beden ve sesle konuşan bir sergiye dönüştü.
Her şey tıpkı gerçek hayattaki gibi: Kadın susturulduğunda bile, onun izi konuşur.

Duygu Abbasoğlu – Başak Sıla Özçelik
Kaynakça:
- Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Nasıl Ortaya Çıktı? https://kadinvesanat.org/8-mart-dunya-emekci-kadinlar-gunu-nasil-ortaya-cikti
- Bilkent Üniversitesi MSSF Resmi Sayfası https://music.bilkent.edu.tr/tr/bilkent-konser-salonu