Geçenlerde bir film arayışındayken, belki de biraz geç keşiflerimden, 1998 yapımlı ‘Run Lola Run’ filmi dikkatimi çekti. Film, Tom Tykwer’ın yönetmenliğini yaptığı aslında konu bakımından bir o kadar sıradan gözüküp insanı nokta atışı tekniklerle içine çeken ve vermek istediği mesajı net bir şekilde aktarabilen bir yapıt. Kısaca konusundan bahsedelim biraz. 

Berlinde geçen film, ana karakter Lola’ ya erkek arkadaşı Manni’den gelen telefonla aksiyon almaya başlıyor. Manni, Lola’nın sağduyulu ve soğukkanlı yapısına kıyasla fazlasıyla dalgın ve dağınık bir karakter, mafyayla yaptığı iş birliği sonucu onlara borcu olan yüz bin Mark değerindeki parayı metrodaki bir dilenciye kaptırıyor ve başına gelebileceklerin korkusuyla telefon kulübesinden aradığı sevgilisinin bir çözüm bulmasını umuyor. Ancak denklemimizdeki problem şurada başlıyor: Mafyaların bulundukları yere varmasına yirmi dakika var ve eğer Lola saat tam on ikiyi gösterdiğinde erkek arkadaşına bu parayı bir şekilde ulaştıramazsa Manni karşıdaki markete  girip soygun yapacak. Lola düşünüyor ve aklına yardım alabileceği tek kişi babası geliyor, tabii bunun pek de iyi sonuçlar vermeyeceğini filmdeki sezdirmelerden anlıyoruz. Lola koşmaya başlıyor. Merdivenlerden iniyor, yolda başka insanlarla çarpışıyor, babasının ofisine ulaşıyor ve zamanın daraldığını fark etmesiyle anlaştıkları noktaya erkek arkadaşının soygun yapmasını engellemeye yetişmeye çalışıyor. Bu çerçevede olay, aynı oynadığınız bir oyunu yeniden başlatır gibi üç farklı gelişen senaryo olarak tekrar başa sarılıyor. Aynı rotada, aynı amaçla ilerleyen aynı insan, fakat her köşeyi döndüğünde izleyiciyi farklı bir son bekliyor. Merdiveni tek adımda inmekle kazandığı veya asansörün başında onu oyalamak için elinden geleni yapan güvenliğin kaybettirdiği her bir saniye olayın varacağı sonucu tamamen saptırıyor. 

Arayışlardan asla vazgeçmeyiz,

Ama tüm arayışlarımızın sonunda başladığımız yere geri dönmüş oluruz.

Ve orayı yeniden keşfetmeye başlarız. 

                                                                             T.S. Eliot

Kamera açısının ilk kadraja aldığı kısımda Berlin sokaklarında dolaşan, kalabalık içerisinde adeta yalnızmış gibi kimsenin yüzüne bakmadan acele ile geçip giden insanlar gösteriliyor. Onlarca yüz kendini çevresinin varlığından böylesine soyutlamışken, film bireyin aslında yalnız olmadığına ve her an aynı ortamda bulunduğu birinin onun hayatına çok etkili izler bırakabileceğine dikkat çekiyor. Adeta birbirini tanımayan insanların arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapıyor. Üç ayrı senaryoda da Lola’nın yolda karşılaştığı insanlar aynı, ancak ‘flashforward’ tekniğiyle bizi geleceğe ışınlayan film her birinde aynı kişinin hayatını farklı yaşanmışlıklarla ele alıyor ve hiçbirinin karşılaştığı insanların hayatlarına olan etkilerinden haberi yok: Lola’nın köşeden dönerken çarptığı kadın bir senaryoda piyango kazanıp zengin bir aile olarak ünlenirken, Lola ona değmeden yanından koşup gittiğinde kendi halinde sokakta afiş satan bir iklim aktivistine dönüşüyor.  

Bunun yanı sıra, filmi teknik açıdan oldukça zenginleştiren bir diğer yanıysa kullanılan semboller. Aslında bütünüyle zamanın akışı ve bu akıştaki saniyelik değişimlerin nasıl farklı sonuçlar doğurduğunu özetleyen adeta domino taşı etkisini hayata geçiren film; Lola’nın odasındaki kaplumbağa ile zaman kavramını, göreceliliğini ve etkisini kontrastla daha da öne çıkarıyor. Duvardaki kalp ise Lola’nın Manni’ye duyduğu aşkı simgeliyor ki film boyunca Lola’nın kadrajın bile yakalamakta zorlandığı derecede koşması ve erkek arkadaşının hayatını kurtarmak için her senaryoda akıl almaz yöntemler bulması bunu kanıtlar nitelikte diyebiliriz. Ancak, bana kalırsa en önemli sembol olayın başlangıcını temsil eden o kırmızı telefon. Son ve başı birleştiren bu sembol adeta aşk, tehlike, ölüm, heyecan kavramlarının hepsini bir bütün halinde çağrıştırıyor. Tehlike, hayal kırıklığı ve kan içinde biten bir sonun nasıl en baştaki endişeli bir yandan da umutlu noktaya bu sefer daha büyük bir hırs ve tutkuyla geriye sardığına şahit oluyoruz. 

Olanları Lola’nın aldığı telefonla birlikte onunla aynı anda aynı bilgilerle öğrenmemiz ona karşı bir empati yaratıyor ve adeta izlerken içinizden gerçekten de avazınız çıktığı kadar ‘Koş Lola Koş’ diye bağırmak istiyorsunuz. Ve her yeniden başlayışta sanki oynadığınız oyunu yeniden başlatır gibi daha fazla inanç ve heyecanla kazanmasını istiyorsunuz. Film, izleyiciyi beklentilerinden arındırarak aslında görmezden geldiğimiz detayların her şeyi değiştirerek bir sonuca ulaştırdığını gösteriyor. Spoiler yemiş gibi hissetmeyin ve eğer izlemediyseniz filme şans verin derim. Belki de sizin bu yazıyı okumanız veya filmi izlemeyi düşünmeniz bile hayatınızın dönüm noktası olacak olan o birkaç dakika, birkaç saniyedir. 

‘Oyunun Sonu Oyundan Öncedir.’

                                                     S. Herberger

Kaynakça:

Tykwer, Tom, director. Lola Rennt. Sony Pictures Classics, 1998. 

Leave a Reply