KEŞKELERİ KOKLAMAK

Zaman, daima ellerinden tutulamayan ve durmaksızın oradan oraya koşuşturan afacan çocuğu olacak ömürlerimizin. Hayat yolculuğunda durduğumuz her istasyon bir önceki durak için alacaklı, bir sonraki içinse borçlu olduğumuzu hatırlatacak. Herkes attığı her adımda bunun niyesini soracak, niye diyecek, niye hep bulunduğumuz an geleceğe özendiriyor da, o vardığımız gelecek de geçmişi özlettiriyor? Bu soru ise suskunluğunu, gizemini koruyarak kimsenin bunu bilerek son durağa gelmesine izin vermeyecek. O halde, ya şu günlerimiz şimdi düşlediğimiz geleceğin geçmişiyse, biz niye, biz niye hala kendimize sarılmaktan bu kadar utanıyoruz?

Geçilen her yolun, bakılan her manzaranın, işitilen her melodinin ve derin bir nefesle benliğimize sızan her kokunun kendi içinde barındırdığı derin bir mânâ var. Ve ben derim ki, o mânânın da herkesin yolculuğuna eşlik eden kendine has bir kokusu var. Bazı zamanlarda, bir insanda vücut bulurken bu koku; bazense sayfalarını araladığımız bir kitapta, yediğimiz yemekte, rastgele uğradığımız mahalle arası bir dükkanda ya da sandıktan çıkartılan kenarları oyalı bir mendilde apansızca ciğerlerimize doluverir. O ânı betimleyebilmenin en iyi yolu: “Hayatın, zamanın ve bütün anıların ortasına çakılıp kalmak” demek olurdu herhalde çünkü kokusunu aldığın bir geçmişin boynuna sarılamamak, ne ileriye ne de geriye gitmeye yetisi olmayan, duvarın derinliklerine gömülmüş bir çiviyi anımsatıyor yalnızca ve hiç değmemiş gibi geçip gitmek asla bizlerin harcı olmuyor. İşte bu yüzden, bir masadan kalkarken sandalyeyi de beraberinde götüremezsin, o boşluğun kimsenin gözüne çarpmayacağından emin olamazsın, sanki bir gün hiç o yerde olmamışsın gibi tüm izleri silemezsin.

Vakti zamanında yaşam idame ettirmeyi beceremiyoruz. Sabırsızlığımıza, memnuniyetsizliğimize, toyluğumuza yenik düşüyoruz. Her çocuğun tek hayali büyümek, her yetişkinin tek gayesi küçülmekse eğer biz pişmanlıktan başka neyi sırtlayabiliyoruz bu yolculukta? Yanımızda bize eşlik eden kimse son durağa kadar yanı başımızda sıcağını bahşetmiyor, dokunduğumuz hiçbir renk derimize nüfuz etmiyor, duyduğumuz hiçbir ses sonsuza dek kulaklarımızın içinde dönüp durmuyor, hiçbir tat ağzımıza durmadan yayılmıyor ama her gün, bir yerde, bir yetişkin kendini, saf ve temiz bir bebek gibi annesinin kollarında, eli yüzü çamur içinde oyun oynarken sokaklarda ve sırtına vuran sıcaklığın huzuruyla bir sobanın yanında, hayal ediyor. Yıllar sonra giyilen bir kazakta annesinin, yağmurdan sonra ıslanmış topraklarda sokakların, ekmek almak için girilen bir fırında ise sobanın kokusunu alıyor çünkü. Bütün bunlar tekrardan çocuk olabilmeyi ve minik bir elle hayatın bütün satırlarını yeniden yazabilmeyi özendiriyor. Zaman hiçbir şekilde tekrardan içe doğru kıvrılmıyor ve hayatında birden fazla rast geldiğin her koku sana bunun tersini öğütlüyor çaresizce.

Şimdi hüzünlenerek hayallerde canlanan o çocuk, geçmişte her şeyden habersiz ama çok masum bir sonraki doğum gününe gün sayarak büyümeye devam ediyor. Henüz keşke demeyi bilmiyor, okulun ilk günü ellerine tutuşturulan kitapların yıllarca hafızasından silinmeyeceğinden bihaber, öylece gelecekte bir yerlerde büyük bir insan olabilmenin hayalleriyle yaşıyor. Herkes her şeyi öğrettiğini ve öğrendiğini sanıyor ama kimse geçmişteki kendisine sıcacık kollarla sarılmayı aklının süzgecinden geçiremiyor. Küçücük parmaklarla hesaplanan günlerin, bir gün büyük ellerle silinmeye çalışılacağı hiçbir ders kitabında yazmıyor. Bir kitabı açtığında yüzüne çarpan koku hiç değişmiyor ama bakan gözler değişiyor, ıslaklaşıyor, bulanıklaşıyor. Süreç böyle evrildiği müddetçe de insan kendini mekansız ve zamansız hissetmekten alıkoyamayan biçare bir hayat savaşçısına dönüşüyor. Kendini hayatının neresinde konumlandırabileceğini bilemeden hep bir eli kapıda yaşamaya devam etmek zorunda kalıyor. Sanki biri gelip: ‘’Sen neden buradasın?’’ dese, hiçbir şey söylemeden sessizce kalkıp oradan gidermiş gibi bir aidiyetsizlikle sınanıyor. Ve insan en çok da, zamanın kokusuyla sarhoş olurken, geçmiş ve gelecek arasında savrulup dururken, bir dakikalık öz saygı ile o anki kendini kucaklayamamanın yarattığı depremle, yaşadığı yıl şiddetinde sarsılıyor.

Leave a Reply