İnsanların mitlere ve dinlere neden inandığının açıklamasını yapmadan önce, mit ve dinin tanımını yapmamız gerekir. Mit kelimesi, Yunanca “mithos” kelimesinden gelir ve anlamı “söylenen ya da duyulan söz”dür. Din ise doğaüstü, ahlaki ve kutsal unsurları bünyesinde barındıran, tanrının varlığını ve tanrının kurallarını bildirdiğine inanılan öğretilerdir; bu durumda mitler, neden var olduğumuzu, nasıl var olduğumuzu açıklamaya çalışan dinsel ve tanrısal öykülerdir.
İnsanoğlu, bilim ve felsefenin öne çıkmasından önce mitlere inanır ve doğa olaylarını tamamen mitlerle açıklamaya çalışırdı. Doğa ile başa çıkabilecek herhangi bir bilim ve düşünselliğe insanlar sahip değildi; bu yüzden doğal afetlere, kuraklığa, ölüme, doğuma, topraktan meyve ve sebzelerin nasıl çıkabildiğine insanlar sürekli mitsel açıklamalar getirirdi. Örneğin; İskandinav Tanrısı Tor, çekicini salladığında şimşek çakar, ardından yağmur yağar ve topraktan meyve ve sebze fışkırırdı. Eskiden insanlar sebze ve meyvenin bilimsel olarak nasıl ortaya çıktığını anlayamadığı, sadece meyve ve sebzenin topraktan fışkırmasının yağmurla alakalı olduğunu anlayabildiği için, Tor’un yağmur yağdırmasından dolayı, meyve ve sebzenin topraktan fışkırmasının Tor ile alakalı olduğuna kanaat getirirlerdi. Bu yüzden Tor, bereket tanrısı olarak da anılır. Bu örnekle beraber, doğaya karşı güçsüz ve aciz olan insanoğlu, doğadan daha üstün olan bir gücün varlığına inanıp ona sarılarak korkularını hafifletmeye çalışır, kendilerini korkutan ve kendilerine zarar verebilecek olan doğadan daha üstün bir güce sığınmak isterler.
Doğada kuraklık gibi olumsuz doğa olayları olunca, kuraklık sebeplerinin şeytanlara ve cinlere mal edilmesi de mitlerde oldukça rastlanır. Kuraklığın olmasının sebebi İskandinav mitolojisinde Tor’un çekicini cinlerin çalmasıdır eski İskandinavlara göre. Tor’un cinlere karşı savaşmasının insanları koruduğuna inanılıyordu. İnsanlar, kimi dinsel ayin ve ibadetlerle tanrıların gücünü artırmaya çalışarak kendilerince kötülüklere, zorluklara, kaosa ve doğanın olumsuzluklarına karşı savaşıyordu; ellerinden gelen tek iş bundan ibaretti. Tanrılara kurbanlar vererek tanrının gücünü daha da artırmaya çalışırlardı ve bazen kimi dinlerde insan bile kurban ederlerdi. Bu da doğaya karşı insanların bilgisizlikten ötürü oldukça çaresiz ve korkmuş olduğunu gösterir. Tanrılara saygı duyuldukça, onlara ibadet ettikçe İskandinavya’da tanrıların gücünün artacağına inanılırdı; bazı dinlerde de, örneğin Hristiyanlık ve İslam’da, tanrının kullarını daha çok koruyacağına ve cennetinde sadık kullarını koyacağına inanılır. Tanrıya tamamen sadık olarak ve dinsel ayinler, ibadetler yaparak insanlar, tanrının onları kötülüklerden koruyacağına inanır. Çünkü doğanın ve doğanın bir parçası olan insanların yarattığı kaosa ve zorluklara karşı insanoğlu aslında acizdir düşünmediğinden ve sorulamadığından ötürü.
Bunlara ek olarak, Antik Yunanistan’da Homeros ve Hesiodos Yunan mit hazinesini yazıya geçirdi; bu mitler, yazıya geçirilmeden önce nesilden nesle aktarılan mitsel öykülerdi sadece. Antik Yunanistan’da felsefe ortaya çıkmadan önce mitlere inanılırdı. Mitler yazıya geçirilince ilk filozoflar bu mitleri eleştirmeye başladı, çünkü tanrılar tamamen insanlara benzemekteydi gerek görünüş, gerek zaaflar, gerekse kötü karakter özellikleri olarak. İlk filozoflar, mitlerin sadece insan uydurması olan öyküler olduğunu ve gerçeklikle alakası olmadığını dile getirdi. Siyahi olanların tanrıları siyah ve basık burunlu, İskandinavlarınki sarışın, Japonlarınki ise çekik gözlüdür. Bilimin de öncüsü olan felsefi düşünce ile birlikte doğa, akli melekelerle yorumlanmaya çalışıldı ve doğaya karşı duyulan korkulardan ötürü hikayeler uydurmaktan ve uydurulmuş öykülere inanmaktan vazgeçildi. Gerçek dışı hikayeler değil, doğa olaylarının asıl nedenleri akıl yolu ile açıklanmaya çalışıldı korkuya körü körüne yenik düşmek yerine. İlk olarak doğa olaylarını yorumlayan doğa filozofları ortaya çıktı, mesela bu filozoflar meyve ve sebzenin yetişmesinin sebebini Tor’un çekicine bağlamadılar. Felsefenin gelişmesi ve yayılması ile birlikte bilim de gelişti ve birçok doğa olayına cevap bulundu. Doğal afetler için tanrıya yalvarmaya ve kurbanlar vermeye gerek kalmadan bilimsel ve teknolojik yöntemlerle doğaya karşı insan aklı kendisini korumaya ve savunmaya başladı. Gerçek olmayan insan uydurması mitler ise tamamen çürüdü.
Dinlere ve haliyle mitlere inanma ile ilgili birçok kitap yazan ve psikolojik kuram oluşturan Avusturyalı nörolog Sigmund Freud’un görüşleri ve kuramları, insanların neden din ve mitlere inanma ihtiyacı duyduğu ile ilgili oldukça aydınlatıcı olabilmektedir. Mitlere ve dinlere inanma ihtiyacını Sigmund Freud “okyanussal duygu” olarak ifade eder. Bu duygu, sonsuz ve sınırsız olma ihtiyacını dile getirir. Sonsuz ve sınırsız olan tanrının bir parçası olduğumuzu hissetmek ve sonsuz ve sınırsız bir güç tarafından korunmak için insanlar bu okyanussal duyguya sahip olur, böylece dinlere ve mitlere inanırlar.
Yalnızlık korkusu, çaresizlik ve yok olma korkusu, haliyle ölüm korkusu, insanoğlunun bilinçaltında, yani Freud’un tanımıyla id ile, var olan duygulardır. İnsandaki en güçlü içgüdü olan hayatta kalma içgüdüsü, insanın sonsuz olma isteği duymasına sebep olur. Sonsuz bir varlığa tabii olmak ve onun tarafından korunmak, insanı sonsuzlaştıracak ve hayatta kalma içgüdüsünü tatmin edecektir, sonrasında da rahatlatacaktır. Ölümün gerçekliğinden kurtulamasa bile reenkarnasyon veya cennet, cehennem kavramlarının varlığı sayesinde yok olmayacak ve yeniden yaşayacaktır.
Sigmund Freud, bu okyanussal duygunun insanın psikolojik yapısına uymadığını ve gerçekte insanın egosundan daha öte bir kesinlik olmadığını ifade eder. Ego, bilinçaltından beslenir ve bilinçaltı, egonun kaynağıdır. Okyanussal duygu ve bu duygunun kaynağı olan çaresizlik tamamen bilinçaltından kaynaklanır. Freud ayrıca dine ve mite inanmayı bebek gibi davranmaya benzetir. Şöyle ki, bebeklerde dış dünyaya ait bir bilgi bulunmaz; dış dünya ve ego birbirine bağlı iki unsurdur onlar için. Bebek süt içmeye ihtiyaç duyunca, bu ihtiyacını gidermek için ağlar. Dinlere ve mitlere inanma da tıpkı bu şekilde egonun dış dünya ile bütünleşmesiyle oluşur. Bunun yanında; insanın, çaresizliğini, korunma ihtiyacını gidermesi için tanrılar, mitler yaratması, dinsel ayinler yapması ve ibadet etmesi de bebeklerin süt olmadığında kendini çaresiz hissedip ağlamasına benzer.
Çaresizlik ve korku giderilince acı duygusu azalır ve yerine haz duygusu ortaya çıkar. Kısacası mitler ve dinler, acıyı azaltmak için yaratılan metal fantezilerdir.
Dinlere ve mitlere inanma sebebi, tıpkı Freud’un da dediği gibi çaresizlik ve korkudur. Çaresizlik ve korku, felsefe ve bilim ile yok edilebilir. Din ve mitlerin, tanrı tarafından korunma karşılığında insana bazı kısıtlamalar getirerek, insanın hayatını dilediği gibi yaşayıp mutlu olmasında bir engel oluşturabileceğini düşünüyorum. Bilinmeyen şeyler her zaman korkutur ve insanı çaresiz bırakır. Bilim ve felsefeye bağlı olundukça bilinmeyen şeyler azalır, haliyle korku da azalır. Ayrıca; insan dinlerin kısıtlamaları ve vaat ettikleri mutlulukları değerlendirerek içgüdülerini kendi isteği doğrultusunda yönlendirip; kendisine hitap eden mutluluğu kendisi bulmalıdır.
Kaynaklar:
Jostein Gaarder, Sofie’nin Dünyası, Pan Yayınları
Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları