“Burası Amerika, diyecektik kendimize, endişelenmeye gerek yok. Ve yanılmış olacaktık.”
Tavan Arasındaki Buda, Julie Otsuka’nın 2011 yılında National Book Award finalisti seçilen, 2012 yılında ise Pen/ Faulkner Roman Ödülü’ne layık görülen etkileyici romanı. Guardian tarafından “kitabın elmas hali” olarak nitelendirilen bu roman, benim için bir neslin kayboluşunun acıklı hikâyesi.
“Bir neslin kayboluşunun acıklı hikâyesi” demenin, kulağa yapay geldiğinin farkındayım. Edebi duyumsal çağrışımları olan birkaç sözcüğü bir araya getirip artistik bir hava yaratmak değil niyetim. Yazının sonlarına yaklaştıkça bence siz de hak vereceksiniz; bahsi geçen romanın, kayıp giden bir neslin acı gerçekliği olduğuna.
Romanda yaklaşık bir asır önce, yaşları yirmiyi geçmeyen Japon kadınlar; Amerika’da yaşayan, (gönderdikleri fotoğraflara bakılınca) zengin, yakışıklı ve romantik adamlardan mektuplar alırlar. O anki yaşamlarından pek de memnun olmayan bu kadınlara sunulan böylesine etkileyici bir başlangıç fikri; kaderlerinin dönüm noktası olur. Çok geçmeden bu kadınlar Amerika’ya, fotoğraftaki kocalarının yanına gitme kararı alır ve sonradan her saniye pişman olacakları bir gemi yolculuğuna çıkarlar. Nereye gidecekleri, neyle karşılaşacaklarına dair hiçbir fikirleri olmadan başladıkları, gemiyle üç hafta süren bu yolculuğun sonunda onları bekleyen tek şey hayal kırıklığıdır. Karaya inince ellerindeki fotoğrafların, limanda onları bekleyen adamların yirmi yıl önceki halleri olduğu; mektupların ise başka kişiler tarafından yazıldığı gerçeğiyle yüzleşirler.
Onlara uzatılan ellerin iş adamı elleri değil; çiftçi, hizmetkâr, bahçıvan elleri olduğunu fark ederler. Sonrası mı? Geri dönüşün mümkün olmadığı bu yolculuğun ardından; istemedikleri adamlarla istemedikleri şekillerde birlikte olurlar; nefes almak istemedikleri evlerde yaşar, yaşlanırlar. Zamanla anne olurlar. Giydikleri kimonolardan rahatsız olan, arkadaşlarının yanında onlardan utanan çocuklara annelik yaparlar. Zaman içinde hayattan beklentilerini neredeyse sıfıra indirdikleri için alıştıkları bu hayatı bile, ne yazık ki, yaşama fırsatı bulamazlar. Zor da olsa San Francisco’da geçen 23 yılın ardından, bir gün aniden hain olarak ilan edilir ve nereye olduğu bilinmeden ailecek sürgüne yollanırlar. Birkaç ay sonra ise, sanki hiç var olmamışcasına unutulurlar. Geride bıraktıkları evlerine yeni ayaklar basar, iş yerlerinin tabelaları değiştirilir. Yıllarca hizmetkârlığını üstlendikleri evlerin sahipleri, sürgün edildikleri sırada sadece olan biteni izler ve şehirdeki tüm Japonlar sanki hiç yaşamamış gibi yok olduktan sonra;
“Duyduğumuza göre Nevada ve Utah çöllerinde Japon şehirleri türemiş, Idaho’da Japonlar tarlalarda pancar toplama işine yerleştirilmiş… Ancak bunların hepsi kulaktan dolma bilgiler ve doğru olmayabilirler. Bildiğimiz bir şey varsa o da Japonların oralarda bir yerlerde oldukları…”
demekle yetinirler.
Gemiye bindikleri sırada heyecanlarına, hayallerine şahit olduğunuz bu genç, ürkek kadınların hayatlarının böylece son buluşunu okumak ve bu son buluşun bir sonraki nesilleri de etkileyeceği bilmek; yazımın başında da belirttiğim üzere, bence bir neslin kayboluşunun yeterince acıklı olan hikâyesi. Otsuka’nın, her satırını birinci çoğul sahış ağzından yazdığı bu romanı okuyacak olursanız; kendinizi sayfaları çevirdikçe sağlamlaştığını hissedeceğiniz bir ‘biz’ hissiyatının ve gerçekçiliğinden ödün vermeyen sürükleyici bir anlatımın içinde bulacaksınız.