Kütür Sanat Dosyamızın yazarları Serra Yüksel, Güvenç Arman Arı ve Çağın Tan Eroğlu.

 

“Zihin bilinmeyeni sever. Zihnin anlamı bilinmediğinden zihin, anlamı bilinmeyen görüntüleri sever.”

 

 

Magritte’nin Hayatı

1920’lerin Paris’inin yetiştirdiği sürrealist sanatçılardan, kendini bir ressam olarak değil fakat resim yapan, düşünen bir insan olarak kabul eden bir kişi: Rene Magritte. Hayatını anlatması için 10 satırın “gereğinden fazla” olduğunu düşünen, kendi resim yapma şeklini “oldukça banal” olarak tanımlayan ve “basit bir vatandaş hayatı” süren 20. Yüzyıl artisti.  Günümüz birçok insanının aklına “İmgelerin İhaneti” adlı çalışmasındaki pipo resminin altına yazdığı “Ceci n’est past une pipe” yani Türkçesiyle “bu bir pipo değildir” sözleriyle gelen Belçikalı artist Rene Magritte; 21 Kasım 1898 Belçika’sında endüstri bölgesi Lessines de terzi bir baba ve kadın şapkaları üreten bir annenin ilk oğlu olarak dünyaya geldi. Hayatının ilk yıllarıyla alakalı çok bir bilgi bulunmasa da kendisini Sambre nehr’ne atarak boğularak ölen annesinin intiharının, 14 yaşındaki Magritte’te bıraktığı izin, Magritte’in sanatında tekrar eden bir motif olarak karşımıza çıktığı kabul edilmekte. 14 yaşındayken bir çarşıda tanıştığı ve kendisinin ilham periliği ile modelliğini yapan Georgette Berger’le ise – Margitte’in İskoç bir Performans sanatçısı olan Shelia Legge’le; Georgette’in de Margitte’in bir ressam ve şair olan arkadaşı Paul Colinet’le yaşamış olduğu kısa süreli aşk ilişkisine rağmen- hayatının sonuna dek evli kaldı. 1. Dünya savaşının Avrupa’yı kana buladığı 1916-1918 yılları arasında, Brüksel’deki Académie Royale des Beaux-Arts’ta eğitim gördü. Akademi de geçirdiği zamanı ilham verici bulmasa da eğitimi sırasında kendisine sanatı hakkında tavsiyeler veren Victor Servranckx ile tanıştı ve o dönem yeni yeni filizlenen Kübizm ve Fütürizm gibi akımlardan etkilendi. Sanat anlayışında onu en çok etkileyen noktalardan biri ise 1921 yılında başladığı askeri servisini bitirmesinin ardından, İtalyan ressam Giorgio de Chiroco’nun “Aşkın şarkısı” (1914) adlı eseriyle karşılaştıktan sonraydı. Bu resim Magritte’in kendi kişiliğini resimde dışa vurma şeklinde büyük izler bıraktı ve Magritte’e  “neyin” , “nasıl” boyanması gerektiğini öğretti. 1925 yılından sonra ise gittikçe kendine özgü bir stil geliştiren sanatçı daha o dönem çok genç olan sürrealizm akımının bir parçası haline geldi ve böylelikle kendisini Sürrealist Manifesto’yu yazan anti-faşist Andre Breton’un Paris’te oluşturduğu sanatçı çemberinin bir parçası olarak buldu. Paris’teki yıllarında “La Revolution Surrealiste” adlı derginin son basımında “Les mots et les images” adlı (Türkçesiyle “kelimeler ve imgeler”) denemesini yayımladı. Ona sabit bir gelir sağlayan Galerie le Centaure’un kapanması ve Paris’te beklediği etkiyi yapamamasının sonunda ise memleketi Belçika’ya geri döndü. Bundan sonra sanatında önemli bir dönüm noktası yapan başka bir durum ise 2. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sının Belçika’yı işgali oldu. Kendi sözleriyle ifade ettiği üzere “Savaştan önce resimlerim korkuyu ifade ediyordu. Savaş sırasında yaşadığım deneyim ise bana sanatın sihirli olanı yansıtması gerektiğini gösterdi. Hoş olmayan bir dünyada yaşıyorum ve benim sanatım da buna karşı bir karşı-ataktır” Renoir periyodu olarak bilinen bu zaman diliminden ise 2. Dünya savaşının bitiminde Belçikalı sanatçıların yayımladığı “Tam Günışığı Altında Sürrealizm” manifestosuna imza atarak çıktı ve eski eserlerindeki şiddet ve kötümserliği bir kenara bıraktı. Fakat sanatçının geçirdiği bu periyot uzun sürmedi ve tekrar savaş öncesi tarzına geri döndü. Politik olarak sola daha yakın duran ve Belçika’daki Komünist Parti’ye bir katılıp bir ayrılan Rene Magritte son olarak 15 Ağustos 1967 yılında gözlerini kapattı ve Pankreas kanseri sebebiyle 68 yaşında hayata veda ederken arkasında birçok değerli eser bıraktı. Şu anda eserleri ve kişiliğiyle kendisi sık sık popüler kültürde kullanılan bir figür.

Magritte’nin Başlıca Eserleri

Les Amants (1928)

pastedGraphic.png

Modern sanatın belki de en konuşulan işlerinden biri olan bu tablo, Magritte ile içkin kabul ettiğimiz temel sürrealist ögelerin neredeyse hiçbirini içermiyor. Bu, Les Amants(Aşıklar) ismiyle anılan bu tabloyu, sürrealist sanatın haricinde mi ele almamız gerektiği sorusunu akıllarda canlandırmakta. Buna hayır cevabını vermek çok doğru olmazdı, zira resmi konumlandırmamız gereken temel noktaların, kaynağının çoşumcu veya gerçekçi ögelerden beslenmediği açık. Sorulması gereken soru şudur: Kompozisyonun temelinde oturan öge hangisi? Elimizde üç adet öge var. 1) Aşıklar. 2) Öpüşme. 3) Örtü. Bu üç temel ögeden bir tanesini, kompozisyonun asli ögesi olarak değerlendirmekte yarar var, böylelikle Magritte’in bu resim ile uyarmak istediği duyguların neler olduğunu daha kolay tayin eder, ve resmi Magritte sanatında daha sağlıklı bir yere oturturuz. Öncelikle temel ögenin öpüşme olduğunu düşünmüyorum. Sebebi ise, bunun sanat tarihinde karşımıza çıkan ve öpüşmeyi temel noktaya alan diğer eserlerden çok ciddi bir farkla bezenmiş olması. Tabii ki, yüzlerinin örtülü olması. Hayez’in, Rodin’ın öpüşmelerinde yoğun bir romantizm, Toulouse-Lautrec’in öpüşmesinde izlenimce bir gerçekçilik, Klimt’in öpüşmesinde ise soyut bir sembolizm var. Bunları üç ana kategori olarak değerlendirirsek, bu resmi hiçbirinin yerine koyamamız, öpüşme ögesinin başka diğer ögeler tarafından arka plana atıldığının göstergesi. Tabii ki, her ne kadar ismi Aşıklar da olsa, tablonun temel ögesinin aşıklar olduğunu söylemek de çok doğru olmaz. Friant’ın yine Aşıklar olarak çevirebileceğimiz Les Amoureux eseriyle bu tablo, ortak bir paydada kolaylık buluşmuyor. Geriye kalan tek nokta, yüzlerinin durumu. Resmi sürrealist bir anlatım içerisine sokan da hakeza bu. “Aşkın gözü kördür” tarzı bir alt-metin arayışına girmek resmin iyiliği açısından çok doğru olmaz, fakat yine de anlatılmak istenenin basit bir aşk veya bildiğimiz bir öpüşme sahnesi olmadığı kesin. Sorulması gereken soru, bana kalırsa “Yüzleri neden kapalı?”dan ziyade, “Yüzlerinin kapalı olmalarına rağmen neden öpüşüyorlar?” olmalıdır. Demek ki, her iki tarafın da istediği ve buna rağmen sürdürdüğü bir işlem söz konusu. Peki, biri diğerinin de yüzünün kapalı olduğunu biliyor mu? En sonunda elimizde yalnızca “Kim ihanet etmiştir?” problemi kalıyor. 

La Reproduction Interdite (1937)

 Magritte sanatının en klasik örneklerinden biri olan bu eser, sanat tarihinde ismiyle değerlendirilmesi gereken eserler arasında. Zira “Taklit etmek yasaktır!” şeklinde Türkçeye çevrilebilecek bu eser, tam olarak da bu imaj üzerinde duruyor. Yasak anlamına gelen “interdite (fr.)” kelimesi, bu resim için değerli. Anlaşılan o ki, aynada kendisini görmek isteyen genç bir delikanlının, aynaya baktığı zaman kendi yansıması yerine kendi sırtını görmesi, bu anlatıyı destekler nitelikte. Ama resmin asıl ögesinin bunlar olmadığı açık. Resim, açıkça alıcıya yani üçüncü kişiye göz kırpan bir kompozisyon sergiliyor. Bir düşünün, bir sanat galerisine gittiniz ve bu resim ile karşı karşıyasınız. Resme karşı tutumunuz, tıpkı resimdeki delikanlının kendi reprodüksiyonuna (taklidine) yaklaşımı gibi olmayacak mı? Belki de tıpatıp aynı pozisyonda duracak ve dakikalarca resmi inceleyeceksiniz. Üçlü bir zincir, üçlü bir reprodüksiyon ve yasaklar zinciri. Ama, diyor Magritte, sakın ha taklit etmeyesiniz! Alıcının alması gereken mesaj anlaşılan o ki bundan ibarettir. 

Le Fils de L’Homme  (1964)

The Son of Man, ya da orijinal ismiyle Le fils de l’homme, René Magritte’in 1964 yılında yaptığı bir tablodur. Tabloda göze çarpan ilk şey yeşil bir elmanın takım elbiseli, melon şapkalı bir adamın yüzünü gizleyişidir. Elma, adamın yüzünün tamamını gizleyecek kadar büyük değildir; öyle ki adamın gözlerini elmanın üzerinden hayal meyal görmek mümkündür. Tablo vasıtasıyla anlatılmak istenen ise, “elma” gibi insanlığın hemen hemen her hikayede, destanda, masalda, özellikle de Yaratılış mitinde kullanmış olduğu, dolaysız olarak sıradan ve basit olsa da sanat tarihinde birçok temsil ve betim kazanmış oldukça yoğun ve merkezcil bir imgenin, yorumcunun bakış açısını, gördüğünü çeşitlendirmeyi amaçlıyor olmasıdır. Başlı başına basitliği, yalınlığı ve “başlangıcı” temsil eden elma, tabloda konumlandırıldığı yer itibariyle tablodaki diğer unsurları karmaşık ve belirsiz bir duruma getirerek sonuç olarak geleneksel sembolüne de aykırı düşmüştür. Dolayısıyla elma imgesinin buradaki sembolik anlatımı yeni bir Yaratılış mitini müjdeliyor gibidir; öyle ki tablonun hikâyesini keşfetmeye çalışan her sanatseverin son bulduğu yer; yeni olan, orijinal olan ve dolayısıyla da farklı olan bir hikâyedir. Herkes takım elbiseli, melon şapkalı bu gizemli adamı hikayesinin baş karakter koltuğuna oturtmaya hazırdır; fakat unutulmamalıdır ki aslında gizemli olan “adam” unsuru değil “elma” imgesinin ta kendisidir, tıpkı klasik Yaratılış mitinde olduğu gibi. Ne de olsa “adam”ın tablodaki özne olması durumu elmanın onu gizlemesi ve ona gölge düşürmesiyle ikinci plandadır ve net değildir. Tablodaki asıl özne yine elmadır. Elma imgesinin aykırılık yarattığı bir başka unsur ise tablodaki simetridir. Elma, tablonun merkezine öylesine oturmuş ve öylesine ilgi odağı olmuştur ki ilk bakışta tablonun simetrik olduğunu farz ederiz; fakat yakından baktığımızda adamın sağ kolu dışarı doğru bükülmüştür, sol kolu içeri doğru bükülmüştür. Yani elmanın “sağ yarısındaki” adam uçsuz bucaksız denize, “sol yarısındaki” adam ise bize doğru bakmaktadır. Sanatsever, bunun gibi birçok referans noktasından farklı hikâyeler türetmeye başlar ama bir şey sabittir: tüm hikâyeler elma ile başlar.

La Trahison des Images (1929)

pastedGraphic.png

La trahison des images, René Magritte’in 1928-1929 yıllarında yaptığı diğer bir tablodur. Tabloda realistik bir pipo resmedilmiştir, soldan geldiği belli bir ışıkla aydınlatılmıştır ve herhangi bir gölgelendirme yapılmamıştır. Piponun hemen altında “Ceci n’est pas une pipe” (“Bu bir pipo değildir”) yazılıdır. Tabloda Magritte’in anlatmak istediği, her ne kadar realist açıdan çizilirse çizilsin sanatın her daim yorumlama ve canlandırma içerdiğidir. Bu fikre yine bir Magritte eseri olan Les Deux Mystères’de de rastlayabiliriz. Sanatçının ortaya koyduğu temsil, asıl objenin aynısı olamaz. Çünkü sanatçının ortaya koyduğu eser ister ilham aldığı ortama ya da nesneye şaşırtıcı derecede tıpatıp benzesin, isterse hiç mi hiç benzemeyip tamamen farklı bir ifade olsun, sanatçının yaratıcılık süzgecinden geçmiştir. Ortaya çıkan betim, sanatçıyla sanatçının aldığı mesajın benzersiz bir dışavurumudur. Bu durumda gerçekten de bu bir pipo değildir. Tablonun yorumu için biz ancak “Bu, pipodur” diyebiliriz ve pipo herhangi bir pipo değil, ancak ve ancak Magritte’in kendi piposudur.

Leave a Reply