Şizofreni hastalığıyla ve bu hastalığın medya tarafından nasıl yansıtıldığıyla ilgilendiğimden, bir süredir ana karakterleri şizofreni hastası olan filmleri buluyor ve izliyorum. Ayrıca psikiyatrların, sinema eleştirmenlerinin, şizofreni hastalarının ve bizim gibi izleyicilerin bu filmlere olan tepkilerini, bu konuda yapılmış deneyleri araştırıyorum. Bunları yapmaya başlamadan önce, izlediğim ve popüler olduğunu da bildiğim bir iki filme baktığımda şizofreniyi abartılmış derecede negatif bir şekilde temsil eden filmlerin, duruma daha pozitif yönden bakmaya çalışan filmlerden daha bilinir olduğunu gördüm. Aynı zamanda bu temsillerin, etrafında şizofreni hastası olmayan ve şizofreni hakkında pek bilgisi de bulunmayan insanları çok etkilediğini düşünüyordum, çünkü medyayla yaratılmış stereotipler bu insanlar için kaynak olarak ilk sıralarda yer alıyor ve yanlış algılar bir virüs gibi hızlı bir şekilde yayılıyor.
Araştırmalarım sonucunda gördüm ki, şizofreni hastalarını adeta birer deli, saldırgan, tehlikeli gibi gösteren bu filmler insanlar üzerinde gerçekten de oldukça büyük ve yanlış bir etki yaratıyor. Uzmanlarca yazılmış makaleler, yapılan gözlemler ve deneyler sonucu ortaya çıkan bulgular ve filmlerle ilgili istatistiklere göre, böyle filmler, şizofreniyi daha iyimser bir şekilde ele alan filmlere göre oldukça fazla olduğu gibi izlenme oranları da maalesef diğerlerine göre çok ama çok fazla. Bu yazımda, azınlığa da kulak vererek ve onların da sesini duyurmaya çalışarak şizofreni temalı filmleri üç temel başlık altında inceleyeceğim. Son olarak da, şizofreni filmi zannedilen ama aslında başka hastalıkları canlandıran karakterler barındıran birkaç filmi sayacağım.
Birinci tür temsil, üstünde oldukça durmuş olduğum negatif temsiller. Bu tür filmler adeta bir psikolojik gerilim tadında ilerliyor ve şizofreni hakkında bilgisi sınırlı insanları bu hastalıktan oldukça korkutuyor. Şizofreni hastaları saldırgan ve tehlikelidir imajını besliyor, halbuki böyle bir genelleme yapılamaz. Şizofreni hastalığına sahip bireyler, sürekli ve düzenli bir şekilde psikoterapi alır ve ilaç kullanırlar. Ancak ve ancak, atak dönemlerinde bazen agresif tutumlar sergileyebiliyorlar. Buna rağmen şizofreni hastalarını psikopat, katil vs. gibi gösteren yapımlar seyircinin aklında maalesef yer kaplıyor ve daha realist ya da daha iyimser temsiller hiç bilinmezken bu tür filmler çok rağbet görüyor. Gerilim türünde en çok bilinen film olan Shutter Island‘ın, filmlerle ilgili böyle istatistiklere kolayca ulaşmanın birinci yolu olan rottentomatoes.com daki durumuna bakalım. Sitede filmi tam 2.223.837 kişi oylamış ki bu olağanüstü bir rakam. Bu populasyonun %73’ü filmi sevdiğini belirtmiş ve tam 241 inceleme yapılmış film üzerine.
Şimdi pozitif temsillere geçelim. The Fisher King bunlardan en bilineni. Bunun dışında göz attığım bir diğer film de Benny& Joon. The Fisher King, başroldeki Robin Williams’ın muhteşem canlandırmasıyla, şizofreni hastalarının korkulacak değil herkes gibi sevilebilecek insanlar olduğunu gösteriyor. Onları gayet esprili, yardımsever, iletişim becerileri yerinde bireyler olarak göstererek önyargıyı kırmaya çalışıyor. Robin Williams var diye filmi izleyen insanların çoğunlukta olduğu muhtemel, çünkü şizofreniyi bu şekilde ele alan filmler aynı ilgiyi ve sevgiyi kazanmıyor. Tabii ki bu ilgi, her zaman bir üstte anlatılan örneklere oranla daha az seviyede kalıyor. Rotten Tomatoes’ta filmi 43, 365 kişi oylamış, 51 yorum yapılmış. Bu film benim izlediğim ve yorumu buraya sığmayacak 10’u aşkın filmin arasından belki de en sevdiğim, o yüzden insanlara özellikle tavsiye ediyorum.
Üçüncü grup ise biyografik filmler. Bunlardan bir tanesi The Soloist, çellist Nathaniel Ayers’ın hayatını konu alıyor. Juillard’da okurken hastalığının baş göstermesiyle başlaması ve okulu bırakması, sokaklarda yaşaması gibi her öge gerçek. Filmde şizofreni hastalarının özel yeteneklere sahip olabileceğini görüyorsunuz. Nathaniel tam bir müzikal deha ve herkes ona hayran kalıyor. Ayrıca, aslında var olmayan sesleri duymanın insan için ne kadar korkutucu olabileceğini anlatıyor, terapi almak istemeyen ve hastalığı reddeden birisine nasıl yaklaşılması gerektiğini gösteriyor ve şizofreni hastası bireyle nasıl yakın arkadaş olunabileceğini resmediyor. İkinci film ise I Never Promised You a Rose Garden, Joanne Greenberg’in yazdığı aynı adlı kitabın film uyarlaması. Joanne Greenberg bir şizofreni hastası ve film onun on altı yaşındayken nasıl akıl hastanesine yattığını ve orada yaşadıklarını anlatıyor. Aynı zamanda, psikoterapinin tedavi sürecinde ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Şizofreni hastaları arasında çok sevilen bir film bu ama maalesef bizim gibi izleyiciler genelde bu filmden habersiz. Üstelik bu film diğerlerine kıyasla oldukça eski. Rotten Tomatoes’da filme sadece 1.025 kişi oy vermiş ve sadece 2 tane yorum bulunuyor. Bu iki filmler, doğal olarak realistik olan bakış açılarıyla daha fazla izlenmeyi hak ediyor.
Genel olarak baktığımızda, realistik bakış açısına sahip filmlerin en az bilindiğini, onları çok az bir farkla pozitif temsilli filmlerin izlediğini ve en fazla bilinenlerin de şizofreniyi yanlış ve abartılı gösterenler olduğunu fark ediyoruz. Eğer konuyla ilgilendiyseniz, şizofreni filmlerindeki genel durumu daha fazla filmle daha detaylı bir biçimde anlatan araştırmalardan şunu inceleyebilirsiniz: http://www.medscape.com/viewarticle/770292
Şizofreni zannedilen ama aslında farklı hastalıklara işaret eden filmlerden en ünlüleri ise, Black Swan, Fight Club, Me& Myself& Irene. Bu filmlerde aslında çift kişilik bozukluğu gibi rahatsızlıklar anlatılıyor.
Meraklıları için, Clean&Shaven, Pi, Through A Glass Darkly, Some Voices, 15 Park Avenue, Canvas gibi burada bahsetmediğim pek çok şizofreni temalı film daha mevcut.
Şizofreniye yanlış temsillerin gözünden bakmaktansa, daha bilinçli ve duyarlı düşünülmesi dileğiyle…