Tutkularının, hayallerinin, aşkının ve kırgınlıklarının benliğini ele geçirdiği her bir insanı temsil eden isimsiz karakterimiz; tutkunun ateşiyle parıldayan kırmızı elbisesiyle, yaşam izleri silinmeye başlamış stüdyosundaki buzlu bir camın ardında bizleri karşılıyor.  Stüdyoda attığı adımlarda yaşadığı acıların ve bu acılara göğüs gerişinin yankılarını duyar gibiyiz: ihtiyatlı, asil ve yorgun. Yaşanmışlıklarının izlerinin geçidinde gururlu bir baş kaldırma hareketi bedensel sanatına eşlik ediyor, gözlerinin stüdyonun sayısız izlerle dolu köşelerine değişiyle birlikte ruhunda derin bir yarık açarmışçasına acıya sebep olan görüntülerin, hislerin, sözlerin ve dokunuşların hatırasında canlanışı, titreyen derin nefesi aracılığıyla dış dünyada kendine bir gerçeklik arıyor.

 Bir sonraki sahnede ise yasın bambaşka bir halini, kişinin kendisine “verilen” zararı kabullenemeyişinin tetiklemesiyle açığa çıkan kavurucu öfkeyi gözlemliyoruz. Gelecek planlarının aldatmacasına geçmişte inanmış oluşunu alaya alırcasına kollarını savurarak bilinmez bir uca ilerliyor.

 Bu ilerleyiş hislerinin eyleme dönüşümünü gerçekleştirmek üzere balta almaya girdiği bir dükkânı uğrak noktası kabul ediyor. Taktığı güneş gözlüğüyle acılarını ve benliğini gizleyerek mavinin dinginleştiriciliğinde çare arayan karakterimiz aldığı baltanın fişini almayı reddederek hislerinin onu sürükleyebileceği eylemleri belgelemeyi de reddetmiş oluyor.

 Yaşamın sadece sevgilisinin eşliğiyle mümkün olabileceğini, yokluğundaysa ancak ve ancak acı bir yavanlığın ve boşluğun var olduğunu düşünüyor, onsuz geçen tüm vakitlerini sanki geçiştirilmesi gereken ve boşa harcanan zaman dilimleri olarak görüyor. Bu “boşa geçen” zamanları kimi zaman kitap okuyarak kimi zamansa bir şeyler izleyerek bir şekilde yaşandığını hissetmeden geçirmeye çalışan karakter, sevgilisiyle telefonda konuşurken ise yaşamının onun dahil olmadığı kısımlarının onun için bir anlam ifade etmediğini gizlemek istercesine dopdolu ve capcanlı geçen bir hayat kesiti tasvirinde bulunuyor. Gittiği tiyatrodan, yaptığı alış verişten terapistinden ve arkadaşından bahsediyor ve ekliyor:

 “İşin aslı, son üç gündür hiç durmadım. Kafam çok dolu, evet. Ve durmuyorum, kaçmak için”(The Human Voice, 00:11:28-00:11:30, 00:11:41-00:11:46).

Kaçmak için kendisini çeşitli aktivitelerle meşgul ediyor olmasa bile terk edilişini kabul etmemek konusunda telefon konuşmasının ilerleyen dakikalarına kadar ısrarcı davranıyor. Durumu kabullenmekten kaçmasının son bulması ise nesneler üzerinden duygularını ifade etmesiyle başlıyor. Sevgilinin valizleri üzerinden kendi hislerini ifade ederek, “Evet, buradalar ve seni beklemekten yoruldular.”(The Human Voice,00:14:54-00:14:56) derken görülme ve duyulma ihtiyacına vurgu yapmasına da şahitlik ediyoruz.

 Birlikte 4 sene geçirdiği, kendisi için değeri tarifsiz anlamlara sahip anılar paylaştığı insanla beraberliğini sürdürebilmek, onun memnuniyetini koruyabilmek için kendi mutluluğundan ve huzurundan çokça ödün vermiş olan karakterimiz aşkının ve anılarının acıyı örtmeye yetmeyen ama tatsız taraflarını halı altına süpürebilen ihtişamının etkisinde “Deliler gibi sarhoştum, kendimden geçmiştim. Gerçekliği ve zaman algımı yitirdim. Ama gerçeklik her zaman kazanıyor.” (The Human Voice, 00:16:23-00:16:29) itirafında bulunuyor. Aşkın geçici fakat tüm benliği sarsabilecek kadar kuvvetli halüsinasyonu gerçekliğe er ya da geç yeniliyor, sahip olunan obsesyondan geriye ise rotasını ve amacını yitirmiş, acılar içerisinde “kaybolmuş bir ruh” kalıyor.

 “Benim rüyam seninle yok olmaktı. Nereye olduğu önemli değil. Evet biliyorum. Bu benim rüyamdı, senin değil. Ama kabul et, bir zamanlar aynı rüyayı görmüştük” (The Human Voice, 00:22:56-00:23:24).

 Bu sözlerinin üzerine telefonun yüzüne kapatılışına tanıklık ediyoruz. Elbette bu durumun sadece bir ekrana basma hareketinden ve hattın kesik sesini duymaktan çok daha öte, yıkıcı bir anlamı var. Bir tarafta seneler boyunca varlığını diğer kişiye adamış, tüm hayallerini onun da dahil olduğu bir gelecek için kurmuş ve tüm geçmişini onunla yeniden şekillendirmiş bir insan, diğer taraftaysa vedalaşmak için yüz yüze görüşmeye bile zahmet etmeyen, itibarını ve gururunu öncelemiş bir insan. Bu telefon görüşmesi kesintisiyle karakterimiz karşı tarafın gidişini korkunç bir hayal kırıklığıyla idrak ediyor ve ondan geriye kalan her ne varsa yok etme ve böylelikle artık anlamlandırması ve taşıması ağır olan anılardan da kurtulma amacıyla paylaştıkları yaşam alanını kendi ateşiyle yakıyor.

“Evet, biraz duman var. Evet biraz da alev… Yanan benim, aşkım”(The Human Voice, 00:26:09-00:26:16).

  Ve bu sefer telefonu kapatan taraf o oluyor.

 Her bir kıvılcım oluşumunda ve her bir külün rüzgarla savruluşunda yavaş yavaş özgürleştiğini, kendisine yeni bir benlik algısı, gelecek ve amaç inşa etmek arzusuyla gözlerinin parıldadığını görüyoruz. Sevgilinin yokluğunda bir başka kaybolmuş ruh olan sevgilinin köpeğine seslenerek,

Kül, artık senin sahibin benim. Onun yasını beraber tutacağız” (The Human Voice, 00:26:47-00:27:00).

Kül, alevlenmiş ve sonrasında yanıp sönmüş olan bir aşktan geriye kalanları, yası ve yaşama tutunma arzusunu simgeleyen bir yoldaşa dönüşüyor.

Filmi Mubi Türkiye platformu üzerinden izlemek mümkün. Yer yer kendinizden yansımlar göreceğiniz, aşka ve ilişkilere dair düşüncelerinizi zenginleştireceğiniz seyirler dilerim.

Fragman: https://www.youtube.com/watch?v=G3lGM39dKuY

Kaynakça:

The Human Voice. Yönetmen Pedro Almodóvar, FilmNation Entertainment, 2020

Leave a Reply