Başkalarının hislerine ayna tutmak… Hayatımız boyunca en az bir kez olsun duyduğumuz, muhtemelen de kullandığımız bir deyim. Empati yeteneği, diğerlerinin gözünden bakma çabası ile pek de zor olmasa gerek. Peki hislere değil de hayatlara ayna tutmak? Ne kadar mümkün? Hiç yaşamadığımız olayları yaşayan insanların verdiği kararları yargılamak belki de çok kolay. Ben olsam ne yapardım diye düşünmeden, bir şeyi yanlış olarak değerlendirmek hiç de zor değil. Sokakta yürürken dönüp bakmadığımız insanların, baktığımızda belki de onaylamadığımız hayatların ardını düşünmeden yola devam etmek; bilmediğimiz, büyük olasılıkla hiçbir zaman da öğrenemeyeceğimiz hikayeleri göz önünde bulundurmaktan elbette ki daha muhtemel.

Mine Söğüt, Başkalarının Tanrısı ile ‘yitik hayatlar’ temasını sunuyor okuyuculara. Toplumun gereğine uyan, sorgulamayan, düşünmeyen insan gruplarının aklına gelmeyen, üstünde durmadıkları hayatlardan bir grup karakter yaratıyor. Biraz mistik, biraz da fantastik bir atmosferin içinde geçiriyor olayları. Aslında hayatın o kadar içinden, o kadar gerçek karakterlere yaşatıyor ki bu mistisizmi, kitap boyu ‘bu hikayeler gerçek olamaz’ dedirtiyor insana. Çünkü gerçek olabileceklerini düşünmüyoruz. Etrafımızdaki görmezden geldiğimiz insanların gerçek olma ihtimalini düşünmek, yaşamadığımız kötü şeyler için kendimizi kötü hissetmemize sebep oluyor. Kimse farkında değil, düşünmek istemediğimiz kötülükleri yaşayan insanların varlığının. Mine Söğüt ısrarla yüzümüze çarpıyor bu gerçekliği. Kitap eskiden toplum düzeninin dişli çarklarının bir parçası olan Musa’nın, hiçbir sebep olmadan, kimseye bir gerekçe göstermeden hayatını bırakıp sokaklarda yaşamaya karar verişi ve bu karar neticesinde sokaklara düşmüş diğer insanlarla yarını düşünmeden yaşamaya başlaması üzerine kurulu.

“Hepimiz kayıbız, dışlanmışız, istenmeyen iz, görünmeyeniz, umursanmayanız. Yanımızdan geçip giden insanlar için bazen vicdan azabı, bazen mide bulantısıyız,” diyorlar kitapta. Biraz yeraltı edebiyatı-vari bir havayla; ahlaksız, cahil, kirli olarak atfedilen insanların iç dünyalarına hayali bir ayna tutuluyor. Hayali diyorum. Ölmeyen komiserler, kaybolan bebekler, yıkılan şehirler, kesik bacaklarla dolu hayali bir kurgunun içinde gizlenen bir o kadar gerçek, bir o kadar hayatın kendisinde var olan, yalnızca görmezden gelmenin daha kolay olduğu yaşam öyküleri. Mine Söğüt’ün diğer eserlerinde de olan hayal-gerçek harmanı. Bakılan perspektife göre belki de çelişkisi.

Kitabı okurken önceden karşıma çıkan bir sözü düşündüm. “Sanat, rahat olanı rahatsız etmek, rahatsız olanı ise rahatlatmak içindir.” (Ceasar A. Cruz) Bana kalırsa Başkalarının Tanrısı, bu sözü haklı çıkaracak örneklerden bir tanesi. Kitap boyunca süregelen karanlık temaların verdiği rahatsızlık hissinin yarattığı vicdan azabı aslında kitabın anlatmaya çalıştığı en önemli noktalardan. Rahat olanı rahatsız etmek için yazılmış. Çünkü rahat olan rahatsız olmalı. Rahatsız edilmeli. Çünkü Musa, Adnan, Efsun Abla ve Hülya gerçek. Rahat olan rahatsız olmaya başlamadığı sürece de gerçek olmaya devam edecekler. Aralarında en gerçek olan ise Matruşka bebek. Çünkü kitapta da söylendiği gibi: “Bir çocuğu korumanın tek yolu onu doğurmamaktır.” Çünkü, Matruşka bebek aslında kitapta hiç doğmasa da, Matruşka bebekler gerçekte her gün doğmaya devam ediyor.

Kaynakça:

Söğüt, Mine. Başkalarının Tanrısı: Roman. Can Sanat Yayınları, 2022.

Leave a Reply