Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçtiğimiz günlerde yapılan İstanbul Forumu’nun açılış konuşmasında, dünya siyaseti açısından, İslam dünyasının içinde bulunduğu durum açısından çok büyük önem arz eden, hikmet dolu sözler söylemişti. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması düşüncesinden hareketle, İslam dünyasının kritik bir medeniyet-içi çatışma ihtimali ile karşı karşıya olduğunu vurgulamış, İslam dünyasının bu kötü gidişe bir dur dememesi halinde, Hıristiyanların Ortaçağ’da yaşadıkları karanlık döneme benzer bir dönemin aynısını Müslümanların yakın zamanda yaşayacaklarına dair haklı endişelerini dile getirmişti. Bundan yaklaşık 10 yıl önce de Tahran’da yaptığı bir konuşmada, “İslam dünyasının artık çağdaş normları benimsemesinin vakti geldi. Manevi değerlerimizden güç alırken, bizi yönlendiren akılcılık olmalı.” demiş, bu husustaki vizyonunu, inandığı yöntemi özetlemişti.
Yine devlet erkânından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Müslüman nüfusun çoğunlukta bulunduğu ülkelerdeki vahşet olaylarına değinerek sert bir tepki göstermiş, “Eğer bu Müslümanlıksa, ben Müslüman değilim.” demiş, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da insan onuru adına bahsedilebilecek bir şey kalmadığını ifade etmişti.
Bir parantez açacağım, George Orwell’in, distopya ile gerçeklik arasında mekik dokuduğu önemli eseri Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te, totaliter Parti’nin ideolojisi üç cümle ile özetleniyor: “Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cehalet güçtür.”
Ben bu üç cümleyi, Cumhurbaşkanının bizi Orta çağ karanlığına sürükleyeceğinden korktuğu medeniyet-içi, mezhep temelli savaşın müsebbiplerinin mottosu olarak görüyorum. İnsanlarına ölümden, vahşetten, zulümden, az gelişmişlikten başka bir şey vermeyen ve İslam dinine bu güne kadar verilmiş zararların en büyüğünü veren bu terörist yapılanmaların Müslüman olarak tanımlanmaları Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ı nasıl rahatsız ediyorsa, beni de aynı şekilde rahatsız ediyor. Bu gruplar özellikle cehaletin güç olması konusunda Orwell’in Partisi ile birebir örtüşüyorlar. Haksız yere birini öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş sayıldığı[1], en büyük savaşın zulme[2] akılsızlığa[3] açıldığı bir dinin, mensupları olmadıklarını anlamak için biraz Kuran’a, biraz da o vahşet dolu uygulamalarına bakmak, sanırım yetiyor.
Özellikle ülkemizde de temsilcilerini sıklıkla görebileceğimiz, hem bulundukları her mecliste samimiyetsizce “İslam hoşgörü dinidir.” deyip hem de masum insanların vahşice öldürülmelerine göz yuman, onlara hafif bir destek veren insanların içinde bulunduğu çelişki tarihin affedebileceği tarzda bir çelişki değildir. Orada ölen binlerce masum insanın hakları üzerlerindedir, gözlerini bürüyen etnik ve mezhepsel taassup sonunda kendilerini de mahvedecektir.
Abdullah Gül’ün, İslam dünyasını orta çağ karanlığına sürükleyecek bu cehalet ve ölüm dolu yaklaşımlara getirdiği çözüm, ‘etnik ve mezhepçi kimlik siyasetini reddedip, ortak değerler ve ortak çıkarlar etrafında buluşmak suretiyle, jeopolitik çıkarlara da dayanan güçlü bir siyaset anlayışı bina etmek’. Bu çözümün hayat bulduğu bir İslam Coğrafyası, özlemimiz. Bir iki din adamının yorum farklılıklarından ötürü birbirini aynı nidalarla katleden insanlardan değil, gelişen, düşünen, üreten, dinleyen, saygılı, hoşgörülü, muhabbetli insanlardan müteşekkil bir İslam Coğrafyası, tam da özünde, kaynağında olduğu gibi. Bugün az gelişmişlikle, ölümle, yoksullukla, zulümle andığımız Orta doğu’nun dirilmesi, titreyip kendine gelmesi ancak Kuran perspektifinden yapılacak bir etnik ve mezhepçi siyaset reddi ile mümkün.
_________
[1] Kuran, 5:32
[2] Kuran, 16:85, 18:29
[3] Kuran, 10:100