Geçtiğimiz günlerde Nicholas Wapshott’ın “Keynes Hayek: Modern Ekonomiyi Tanımlayan Çatışma”
adlı kitabını okudum. Yazar, 20. Yüzyılın iki temel iktisadi figürü; John Maynard Keynes ve Friedrich
von Hayek arasındaki tartışmayı betimliyor. İktisatçı olmadığım ve ancak bir amatör olarak bu konuyla
ilgilendiğim için, konunun uzmanlarının yazıyı okurken hoşgörülü olmalarını rica ederim.

Hayek ve Keynes, ikisi de hali vakti yerinde ailelerin çocukları. Hayek, soyadının başındaki “von”
ibaresinden de anlaşılabileceği gibi Avusturyalı soylu bir ailenin ferdi. 1. Dünya Savaşı’nın ardından
Avusturya’da, bizde olduğu gibi, isimdeki soyluluk sıfatları kaldırılınca “von” ibaresini bırakmak
zorunda kalmış. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkesine geri dönünce yeniden ismine eklemiş.
Tüm insanların eşit değerde olduğunu düşünen özgürlükçü liberal Hayek için çok da samimi bir hamle
değil. Keynes ise Cambridge’li akademisyen bir çiftin oğluydu. Gençliğinde solcu liberal çevrelerle içli
dışlıydı fakat Hayek’in aksine hiç sosyalist olmadı. 1. Dünya Savaşı’nın ardından Paris Barış
Konferası’nda bulundu. Burada muzaffer devlet temsilcilerinin mağlup olan İttifak Devletleri’ni ıslah
etmeyi değil de cezalandırmayı istemelerinden rahatsız oldu. Barışın Ekonomik Sonuçları adlı
kitabında İttifak Devletleri’nin cezalandırılmaması gerektiğini, bunun kalıcı bir barışı engelleyeceğini
yazdı. Bu kitaptaki sağduyusu ile tüm dünyada meşhur bir iktisatçı oldu ve mağlup ülke
vatandaşlarının takdirini kazandı. Onu beğenenlerden biri de genç Avusturyalı Hayek’ti.

Hayek savaşın ardından eve döndüğünde yüksek enflasyon değerleri yüzünden ailesinin bütün
birikiminin eridiğini gördü. Enflasyonu baş düşman olarak görmesinde bu dönemin payı büyük olmalı.
Keynes ise savaş sonrası Britanya ekonomisinin içine düştüğü durgunluktan ve yüksek işsizlik
oranlarından şikâyetçiydi. Ona göre ekonomi tam verimliliğin altında çalışıyordu. Yüksek işsizlik
oranları insanların alım gücünü düşürüyor, böylece düşen talep ekonomiyi daha da daraltıyordu.
Keynes piyasa ekonomisinin kendi dinamikleri ile bu durgunluktan çıkmasının mümkün olmadığını
düşünüyordu. Kendi talep odaklı ekonomi programını bu şartlar altında oluşturdu. Ona göre devlet,
özel sektörün girmeye tenezzül etmediği alanlara el atmalıydı. Yollar, altyapı çalışmaları, kamu
binaları yaparak daha fazla insana istihdam sağlamalı ve insanları ellerindekini harcamaya teşvik
etmeliydi. Tam istihdamı sağlamak devletin görevi olmalıydı, bu; ekonomik kapasitenin sonuna kadar
kullanılması için de önemliydi. Kendisine bahsettiği çözümlerin kısa vadeli olduğu, uzun vadede etkisiz
kalacağı söylendiğinde ise o meşhur cevabını verdi: “Uzun vadede hepimiz ölü olacağız”.
Keynes Cambridge’de kendi devrimini yapmakla meşgulken, Hayek de Avusturya Okulu’ndan hocası
Ludwig von Mises’in asistanlığını yapıyordu. Viyana Üniversitesi ve ABD’de çalıştıktan sonra, hayran
olduğu ama yeni fikirlerine katılmadığı Keynes ile polemiklere gireceği İngiltere’ye geldi. O esnada
London School of Economics, serbest piyasa yanlılarınca yeni kurulmuştu. Hayek’e burada verdiği
konferanslardan sonra profesörlük teklif edildi. Ona göre temel problem işsizlik değil enflasyondu. Bir
ekonomide belirli bir düzeyde işsizlik olması iyi bile sayılırdı, devletin herkesi istihdam etmeye
çalışması emek ücretlerinin yapay olarak yükselmesine ve böylece arzı düşürerek enflasyona yol
açacağını düşünüyordu. Avusturya Okulu’nun bir mensubu olarak piyasa ekonomisine güveniyordu,
ona göre piyasa kendi kendini düzenlemeye muktedirdi. Hayek piyasa ile hepimizi kast ediyordu. Biz
alıcılar ve satıcılar olarak piyasayı oluştururuz. Fiyatlar da alıcılar ile satıcılar arasındaki pazarlık
neticesinde belirlenir. Fiyatlar üzerinde devlet müdahalesi ancak ekonominin verimsiz işlemesi
sonucuna yol açabilir. Argümanı; ekonominin sayısız değişkenden oluşan çok karışık bir tablo olduğu
ve devlet yöneticilerinin bütün bilgileri bilmelerinin mümkün olmadığıydı. Dolayısıyla kriz ve
durgunluk anlarında devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savundu. Yani Keynes
ekonomiye yukarıdan bakarken, Hayek alttan bakmayı tercih ediyordu. Keynes’in makroekonominin
mucidi olması, Hayek’inse mikroekonomik yöntemleri kullanmayı tercih etmesi de bunu gösterir.

O dönemde Keynes’in Hayek’e göre daha popüler bir iktisatçı olması, Keynesçi ekonomi politikalarının
popülerliğinden kaynaklanıyordu. 1929’dan sonra Batı yarım küresi devasa işsizlik oranları ve düşük
ekonomik büyüme ile boğuşmaktaydı. Keynes kendi fikirlerini ABD Başkanı Roosevelt’e açıkladığında
ve bir ölçüye kadar benimsetebildiğinde, bu politikaların demokratik siyasette ne kadar kullanışlı
olduğu da görülmüş oldu. Demokratik yönetimler üzerlerinde baskı olmadığı sürece uzun vadeli
çıkarları kısa vadeli çıkarlara feda etme eğiliminde olurlar. Özellikle seçim dönemlerinde seçmenlerin
desteğini kazanmak için sunulan vaatler her zaman rasyonalite ile uyuşmayabilir. Keynesçi
politikaların uzun vadeli etkilerinden bağımsız olarak, bunların kısa vadede oldukça kazançlı olduğunu
ortaya çıktı. Böylece önce ABD’de, sonra da bütün Batı Bloku’nda Keynesçi fikirler merkez siyasete
hâkim oldu. Bugün bildiğimiz refah devletleri böyle ortaya çıktı. Merkez sol partiler zaten siyasi olarak
Keynes’in çizgisini benimsiyorlardı. Merkez sağdaki partilerin ise siyasi rakiplerinin istihdam ve alım
gücünde artış vaat ettiği yerde bunları reddetmesi, siyasi bir intihar anlamına gelecekti. Böylece onlar
da bu siyaseti uyguladılar. Hayek taraftarları demokrattılar, üstüne üstlük demokrasinin ancak piyasa
koşullarında yaşayabileceğini ve aksi her çözümün serfliğe giden bir yol olduğunu iddia ettiler. Ancak
demokratik siyaset onların karşı oldukları fikirleri iktidara getirdi, kitleler Keynesçilikten
hoşlanmışlardı.

Keynesçi fikirler 1970’lerin ortalarında itibar kaybına uğradılar. Enflasyon ve işsizliğin birlikte yükselişi,
yani stagflasyon, Keynesçi argümanların terkine sebep oldular. Hayek yeniden keşfedildi ve neo-
liberalizm hakim ekonomik paradigma haline geldi. Bugün geldiğimiz noktada dizginsiz piyasa
ekonomilerinin de krizlerden bağışık olmadığı görüldü. Ayrıca neredeyse herkesin aksini talep
etmesine rağmen devlet harcamaları ve sosyal devlet harcamaları artmaya devam etti. Hayek ile
Keynes arasındaki tartışmayı daha geniş bir bağlamda yorumlayarak, tartışmanın özünün insan
doğasına güven ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Siyaset felsefesinde Locke ile Hobbes arasındaki
tartışmaya benzetebiliriz. Yani insan eylemlerini daha fazla serbest bırakmak mı, yoksa daha fazla
regüle etmek mi iyidir? Bu tartışmada Hobbes ile Keynes bir tarafta, Locke ile Hayek diğer taraftadır.
Hayek’in, devletin ekonomideki tüm değişkenleri bilmesinin mümkün olmadığı, dolayısıyla ekonomiye
yapılan her müdahalenin niyetlenilmeyen olumsuz sonuçlara yol açmasının doğal olduğu görüşü bana
göre tutarlı bir argüman. Ancak devletin kısıtlı bir rasyonaliteye sahip olduğunu iddia edip bireylerin
tamamen rasyonel olduğunu var saymak bir çelişki değil midir? Bireyler rasyonel olmak zorunda
değillerdir, onlar da kısıtlı rasyonalite şartları altında karar vermek zorundadırlar ve kitle halinde
oldukları zaman manipülasyona açık hale gelmektedirler. Bireylerin kısıtlı rasyonalitesi konusunda bir
“tragedy of the commons” örneği vermek icap eder. Bir köyün balıklı bir göleti olduğunu var sayalım.
Köylülerden birisi, bir gece giderek bütün balıkları tutuyor. Bu davranışı kendi çıkarını maksimize
etmek gibi, yani rasyonel bir davranış gibi görünüyor. Ancak; 1. Böyle davranarak diğer köylülerin
balığa ulaşma imkânını ortadan kaldırmış olur ve 2. Balıkların üremesini engelleyerek ilerideki yıllarda
kendinin yeni balıklara erişimini yok eder. Böylece başta rasyonel gibi görünen bir davranış, kısıtlı
bilgiden dolayı hem bireyin kendi hem de köyün kalanı için zararlı bir sonuca yol açmış olur. Ne devlet
ne de bireyler eksiksiz bir rasyonaliteye sahip olmadığına göre, siyasette olduğu gibi, bunlar arasında
bir denge-denetleme mekanizmasının varlığı herhalde en iyi çözüm olacaktır.

Kaynaklar

Wapshott, Nicholas. Keynes Hayek: Modern Ekonomiyi Tanımlayan Çatışma. Koç Üniversitesi Yayınları, 2017.

Leave a Reply