Bugün tarih başlığı altında okuduğumuz ve öğrendiğimiz olaylar, bir zamanlar hayallerinin peşinde büyük çaba gösteren ve her şeyi göze alanlar tarafından yazılmıştır. Bu insanların şansı bazen yaver gitmiş, bazıları ise hiçbirşey elde edemeden tarihin derinliklerinde kaybolmuştur. Bu yazının konusu, iki ihtimalin de fazlasıyla gerçekleştiği bir hayal yolculuğunun, Klondike Altına Hücumu’nun hikâyesi. Amerika Birleşik Devletleri’nde zengin olmayı amaç edinen yaklaşık yüz bin insanın henüz keşfedilmemiş altına doygun arazilere yaptığı uzun ve zorlu yolculuk, çeşitli yazılı ve görsel esere ilham vererek bu yazıyı ortaya çıkardı.
Kuzey Amerika’nın keşfedildiği ilk yıllardan itibaren değerli kaynaklara sahip olduğu biliniyordu. Kıtanın yerlileri ise metalin değersiz olduğuna inandıkları için bu kaynakları çıkarmak veya işlemek gibi bir çaba göstermiyorlardı. Amerika doğudan itibaren keşfedilmeye başladığı için, 1890’lı yıllara gelindiğinde doğu topraklarındaki çoğu maden o zamanki teknolojinin verdiği imkânlarla Avrupa kökenli kaşifler tarafından çıkarılmış ve bitme noktasına gelmişti. Kıtaya yerleşen halkın ekonomik durumu ve Amerika Birleşik Devletleri’nin altına bağlı para politikası insanlara batıya ilerlemek için daha fazla sebep sunuyordu. 1890’ların ekonomik bunalımlarından ötürü devlet tarafından da zaman zaman teşvik edilen her kesimden insan, batıya doğru ilerleyerek hem yerleşiyor hem de madenleri keşfediyordu. Batıya doğru keşif sona erdiğinde ise, gidilecek yer belliydi: Alaska. Rusya’dan satın alınan yeni Amerikan toprağı -belki- neredeyse tamamen karla ve buzla kaplıydı ancak bu, toprağın madence zengin olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Bu hikâyede şansın yüzüne güldüğü ilk insanlar George Carmack ve Skookum Jim’di. Bölgede daha önce kazı yapmış kişilerden aldıkları duyumlarla Bonanza-Alaska’ya doğru yola düşen bu ikili 16 Ağustos 1896’da ilk altını bulduğunda, 3 yıl sürecek bir altına hücumu da başlatmış oluyorlardı.
1896 yılı ilk altın keşifleriyle geride kaldı. Kazıların merkez üssü, Yukon-Alaska’nın altınca oldukça zengin olan ve Klondike adı verilen bölgesiydi. Bölgeye başlangıçta diğer eyaletlerden, mesela Seattle ve San Francisco’dan çok fazla insan gitmiyordu çünkü geçmişte böyle söylentilerin boş çıktığı görülmüştü. Ancak 17 Temmuz 1897’de Portland isimli gemi Seattle’a vardığında ve toplamda tek seferde 1 tondan fazla altının bulunduğu anlaşıldığında, iştahlar kabardı. Altı ay içerisinde 100,000 insan, çoğu Batı’daki Seattle ve San Francisco’dan olmak üzere, Yukon’a doğru harekete geçti. Yolculuk sona erdiğinde, yalnızca 30,000 kişi hedefine varabildi ve sadece birkaç yüz tanesi milyoner olma amacına ulaştı.
Yukon’da bulunan ve günümüzde Kanada toprağı olan Dawson City, altına hücum edenlerle dolup taştı. Şehir tam anlamıyla eğlence ve ticaret merkezi oldu. Altına hücumdan önce ilgi görmeyen Pasifik limanları, tüccarlara ev sahipliği yapmaya başladı. Tıpkı Avrupalıların Amerika’ya geldiklerinde kurdukları yeni dünya gibi, Amerikalılar da Dawson City’de zenginlik ve şatafatla süslü bir hayat tarzı yarattı. Doğru zamanda doğru yerde olup, altın fırsatlarını iyi değerlendirenler olduğu gibi, geliş masraflarını bile zar zor çıkararak işçi olarak çalışan gezginler de vardı.
Yukon’a yolculuk sırasında ve hatta Dawson City’de yetersiz beslenme, kirlilik ve dolayısıyla hastalıklar baş gösterdi. Altına hücumcuların Yukon’a varabilmek için dağlarla kaplı bir yolla mücadele etmesi gerekiyordu. Dondurucu soğuk, çığ ve hastalıklar yaşam şartlarını epey zorlaştırdı. Yine de altın bulma arzusuna kendini kaptıran kimse, yolda hayatını kaybetmediği sürece, yolundan dönmedi.
Yukon’da zengin olmanın tek yolu altın bulmak değildi. İlk yerleşenler soğuğun etkisiyle donan ve kazılması fazlasıyla zor olan toprağın tapusunu satın alıyor ve elinde tuttuğu araziyi belli bir miktar paraya sonradan gelenlere satıyordu. Bu yolla kazanılan para, simsarların türemesine neden oldu ve zaman geçtikçe bir tekel oluşmaya başladı. Bir kişinin altın olma ihtimali bulunan bir toprağa sahip olabilmesi, yani para kazanabilmesi için bu tekel sahipleriyle anlaşması gerekiyordu. Anlaşmak istemeyenler, simsarların tuttuğu kiralık katiller tarafından silahlı saldırıya uğruyor ve ortada hak-hukuk kavramı olmadığından, adaletsizce sindiriliyorlardı. Zengin olmanın yolu, her zaman olduğu gibi kurtlar sofrasında kuzu olmamaktan geçiyordu.
Geçmişte keşfedilen her madende olduğu gibi, Yukon’daki altın madeni de elbette ki geçiciydi. 3 yıl süren şatafat, “Kuzeyin Parisi” olarak anılan Dawson City’yi 1899 yılında terk etti. Nome-Alaska’da altın bulunduğunu öğrenen Dawson City sakinleri büyük bir hızla şehri ve Yukon bölgesini terk ederek Nome’ye, yeni bir maceraya doğru yola çıktılar.
Klondike Altına Hücumu, bütün altın keşifleri arasında zamanın şartlarına göre en fazla madene ulaşılan ve en çok insanın ilgi gösterdiği olay olarak Amerikan tarihine geçti. Zamanın sanat ve iş dünyası çevrelerinden insanlar da bu ilgi çekici olaya şahit olmak için oradaydı. Ünlü yazar Jack London, Dawson City’de zengin olmaya çalışan maceraperestlerden bir tanesiydi ancak gerçek şöhreti Klondike’ı konu ettiği hikâyeleri ve romanlarıyla kazandı. Günümüzün Amerikalı milyarderi Donald Trump, servetini büyük dedesi Fred Trump’ın Dawson City yolunda Altına Hücum zamanında açtığı restoran ve otellere borçlu.
NOT: Klondike Altına Hücumu, ünlü yönetmen Ridley Scott’ın da aralarında bulunduğu yapımcılar tarafından 2014 yılında “Klondike” isimli bir mini diziyle seyircilerin beğenisine sunuldu. Konuya ilgi duyanların mutlaka seyretmesi gereken bir proje.
KAYNAKÇA
http://www.imdb.com/title/tt2761630/?ref_=ttfc_fc_tt
http://www.pbs.org/wned/klondike-gold-rush/home/
http://www.thecanadianencyclopedia.ca/en/article/klondike-gold-rush/