Türkiye, geçtiğimiz haftaya DHKP-C’nin “haklı şiddet” teorisini bir kez daha pratiğe döktüğü elem dolu bir olayla başladı. “Haklı şiddet” retoriğinin halâ zihinleri bulandırdığını ve dahi siyaset arenasında ve merkez medyada alkış toplayabildiğini görmek için, bu kanlı terör saldırısına gelen tepkilere bakmak yeterli. Ancak “devrimci şiddet”, “haklı şiddet” kavramlarının neden halâ tarihin çöplüğüne terk edilmemiş olduğunu anlamak için solun bu kadim kendini haklı çıkarma yönteminin tarihsel kökenlerine ve geçmiş uygulamalarına bakmak gerek.
“Haklı savaş” geleneğinin İbrahimî dinler ile başladığını söylemek, pek de yanlış bir çıkış noktası olmaz. Ortaçağ karanlığındaki kavimlerin ve kabilelerin dinamizmi; tek tanrılı dinlerin, dindaşların birbirlerine uygulayacağı şiddeti yasaklayıp ötekilere karşı uygulanacak şiddeti bir çerçeveye oturtmasıyla dışarıya kanalize ediliyordu. İslam, Darûlislam’a değil Darûlharp’e karşı gaza ve cihadı meşru sayarken Papalık, Hristiyan âlemi için Tanrı’nın Barışı’nı ilân edip, haklı savaşı Haçlı Seferleri düzlemine çekti.
Haklı şiddet kavramının modern zamanlardaki dönüşümünün öncülü ise, Fransız Devrimi oldu. Devrim sonrasında ortaya çıkan Jakoben Kamu Selameti Komitesi, devrimin zaferini geri dönülmez biçimde kesinleştirmek için haklı şiddeti kullandı. Haklı şiddet Robespierre ve Saint-Just tarafından teorize edildi. Daha sonra kavram, Marx ve Lenin’e geçse de Marx’ta net bir haklı şiddet teorisine rastlanmaz; haklı şiddetin marksist literatürde teorileştirilmesi Lenin ile gerçekleşti. Marx kendi döneminin demokrasisini küçümsese de haklı şiddet kavramını tek çıkış yolu olarak sunmamıştır. Lenin ise, haklı şiddet kavramını alıp onu proleterya devriminin merkezine koyarak demokratik usul ve teamüllere dayanan bir sosyalizm mücadelesi için açık kapı bırakmadı. Bir sonraki aşama ise, Afrika, Asya ve Latin Amerika halklarının ulusal kurtuluş mücadeleleri oldu. Emperyalistlere karşı özgürlük için mücadele eden bu hareketler, haklı savaş kavramını mücadelelerini meşrulaştırmak için kullandı.
Türkiye soluna haklı şiddet kavramının tanıtılması ise, Lenin veya Mao aracılığıyla değil, Kemalizm eliyle gerçekleşti. Modernist, milliyetçi, aydınlanmacı Kemalist elit, Jakoben zihniyetin pek çok yöntemi arasında haklı şiddet teorisi ve pratiğini de iktibas etti. Yeni yönetim, devrimleri dokunulmaz kılmak için haklı şiddeti kullandı; Menemen, Dersim, İstiklâl Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn bu pratiğin örnekleri olarak hafızalardaki acı yerlerini edindi.
Avrupa’da devrimci şiddeti bir araç olarak uygulayan sol fraksiyonlar, yalnızca belirli zaman dilimlerine ve belirli coğrafyalara sıkışıp aşırılıklar olarak kaldı, kavram parlamenter sistem içerisindeki komünist partilerce baştan reddedildi. Türkiye’de ise sol kitleler tarafından benimsenen devrimci şiddet senelerce farklı kişilerce teorize edildi ve uygulandı. Basın ve akademik camia tarafından mazur görüldü. Türkiye’de devrimci şiddet retoriğinin benimsenmesinde a) kadim Kemalist haklı şiddet geleneğinin ve sol hareketler ile Kemalist ideoloji arasındaki duygusal bağların, b) toplumsal kültürde hali hazırda şiddetin baskınlığının ve meşruluğunun – halk hikâyelerinde kahraman olarak görülen eşkiyalar, Ahmed Arifler, Nihat Behramlar, Yılmaz Güneyler-, ve c) 1960’lı yıllarda ulusal kurtuluş hareketleriyle esen anti-emperyalizm dalgasının büyük katkısı oldu.
Devrimci şiddetin ortaya çıktığı ve benimsendiği konjonktür a) planlı ve programlı bir sosyalist devrim fikrinin, b) faşizm karşıtı mücadelenin, c) anti-emperyalist mücadelenin zihinleri meşgul ettiği, d) demokrasi içi araçların sınırlı ve yetersiz olduğu, e) totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü bir dünyaydı. Bugün sayılan bu motivasyonların varlığını devam ettirdiğini ileri sürmek objektif olarak mümkün değil. Bugün, ekonomik ve politik eşitsizliğin sona erdiğini ileri sürmek mümkün olmasa da soğuk savaş sonrası dönemde demokrasi içi mücadele yolları eskisine kıyasla bir hayli geniş. Haklı şiddet retoriğinin 19. yüzyıl ve soğuk savaş öncesi 20. yüzyılda çok da haksız olmayan bir çıkış noktası ve kendince işleyen bir mantığı vardıysa da bugün ahlakî sınırlarını çoktan aşmış durumda. Artık şiddetin tek yol olduğu, başka çare bulunmadığı argumanı geçerli değil. Şiddete sarılmak bir tercih meselesi ve bu tercihi meşrulaştırdığı ileri sürülen koşullar bugün mevcut değil. Şiddetler arasında bir haksızlık hiyerarşisi yaratmak ve az ya da önceki haksız olanın çok ya da sonraki haksız olanı meşrulaştırdığını söylemek de geçerli değil. Artık 21. yüzyılda, “haklı şiddet” “devrimci şiddet” retoriğinin tükenmesi, bu patika bağımlılığının (Path dependence) bir kenara bırakılması gerek.
Peki geçtiğimiz hafta yaşanan elim olay ve verilen tepkiler, umut vaad ediyor mu? 60’ların 70’lerin devrimci mücadelelerini efsaneleştiren, Çayanları Cevahirleri kültleştiren sol, öz eleştiri ve dönüşüm sinyali veriyor mu? Halâ 60’lı yılların tozlu zihniyeti içinden düşünüp eylem pratiğini benimseyenler, ne kadar çağ dışı olduklarının farkında mı? Merkez medya ve hâkim entelektüel gruplar, bu arkaik gruplara gereken tepkiyi gösteriyor mu?
Karar sizin.