“Gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen iki kazma kürek iki de ırgat gerek.

Hadi gel yapalım geri şunu desen bir Sinan gerek birde Süleyman.”

Mehmet Akif’in bu meşhur sözünü hepimiz duymuşuzdur. Burada ne kastedildiği de zaten oldukça açık. İstiklal Şairimiz, maksudunu Süleymaniye ile belirtmiş, üstüne Sinan ve Süleyman’ı da katarak sözünün manasını itmam eylemiş.  Anlatılmak istenen işin doğrudan mimari ve yapı kısmı değil elbette. Ama Süleymaniye’nin örnek verilmesi de beyhude yere değil. Kültürel mirasımızda önemli bir yer tutan Süleymaniye, inşa edildiği tarihten günümüze dek insanların hayretle baktığı bir yapı. Osmanlı’nın en güçlü döneminde inşa edilen, üstelik dönemin padişahı adına yapılan böyle bir cami, elbette ki içinde doğmuş olduğu dönemin ihtişamını yansıtmalıydı. Nitekim öyle de oldu. Aradan yaklaşık 450 yıl geçmesine rağmen, tüm ihtişamıyla dimdik ayakta. Tüm dünyanın ilgisini halen cezbediyor. Bu yazımızda, bu güzide eser ile diğer bir ihtişamlı yapı Ayasofya’yı konuşacağız. İki yapının benzer ve farklı yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Bu iki başyapıt, yalnızca mimari ve yapı konusunda değil, bugüne geldikleri tarihsellikleriyle de dikkatleri üzerlerine çekiyor.

Sathi olarak bakıldığında, Süleymaniye ile Ayasofya’nın aynı iç mekan tasarımına sahip oldukları zannedilebilir. Sinan’ın bir önceki yapıtı Şehzadebaşı Camii, Ayasofya’ya benzetilmemişken, Süleymaniye ile Ayasofya arasında bir benzerlik kurulmuştur insanlar tarafından. Ki bir bakıma haklılardır da. Sinan, Şehzadebaşı Camisindeki tasarımını Süleymaniye’de aynen kullanmamış, farklı bir yola gitmiştir. Evet, genel olarak bakıldığında Süleymaniye ve Ayasofya’nın aynı iç mekanlara sahip olduğu düşünülebilir.

Halbuki,  orta kubbenin iki yanına yerleştirilen yarım kubbeler dışında, Süleymaniye’nin Ayasofya ile doğrudan benzediği bir durum yoktur. Sinan’ın bu eseri, bir bakıma Onun Ayasofya’ya karşı zaferidir. Osmanlı’nın en ihtişamlı döneminde, tarihin en başarılı padişahlarından birinin bizzat yaptırdığı bir cami, pek tabii olarak Ayasofya ile ilişkilendirilebilir. Ayasofya’nın dönemin imparatoru Justinyanus’un gücünü temsil ettiği düşünülürse, Süleymaniye’nin de Kanuni’nin ihtişamını ve gücünü temsil ettiği söylenebilir. Dolayısıyla, elde Ayasofya gibi bir örnek varken, Kanuni’nin de kendisini bir yapıya nispet etmek istemesi gayet doğaldır. Bu istek Sinan’ı kışkırtarak Ayasofya ile boy ölçüşme isteği uyandırmış olabilir. Fakat Sinan Ayasofya gibi yapının karşısına harikulade bir tasarımla çıkarak rüşdünü ispat etmiştir. Ayasofya kadar ihtişamlı fakat onu taklit etmeyen bir başyapıt bırakmıştır geride.

Ayasofya en nihayetinde bir kilise olarak inşa edilmiştir. Bazilikal bir plana sahiptir. Kısaca açıklarsak, bazilikal plan,  uzun bir orta mekan (naos) ile onu iki taraftan saran kısımlar (yan sahınlar) ve aksın en ucundaki koro/ hitabet mekanı ( altar) kısmından oluşur . Ayasofya’nın planına bakıldığında bu şemaya uygun olarak inşa edildiği rahatlıkla görülebilir. Ayasofya’da yan kısımlar, sütunlarla orta kısımdan ayrılmıştır. Ayasofya’da orta kısma sıkıştırılan ana ibadet mekanı, Sinan’ın Süleymaniye’sinde bütün iç mekana yayılmıştır. Ayasofya’da orta kısmı yan kısımlardan ayıran yoğun sütunlara karşın, Sinan sadece 3 revak dizisi kullanmıştır. Bu da namaz alanının homojenliğine halel getirmez. Mimarlık Tarihçisi Doğan Kuban’ın da belirttiği gibi, Ayasofya parçalı, Süleymaniye tümel bir mekandır.

Ayasofya’da yan sahınlar ve köşe kısımlar tonozlarla örtülürken, Süleymaniye’de yan kısımlar küçük kubbelerle örtülmüştür. Sinan bu kısmı da strüktürel/ yapısal olarak düşünmüştür. Bu küçük kubbelerle orta kubbenin itki kuvvetini karşılamaya çalışmıştır. Halbuki Ayasofya’da orta kubbenin yüküne destek olan payandalar kullanılmıştır. Fakat Sinan, Ayasofya’nın payandalardan kaynaklanan kalesel görüntüsüne karşın, Süleymaniye’de daha primidal ve daha düzenli görünen bir dış cephe tasarımını tercih etmiştir. Ayasofya’dakine benzer kulesel payandalar kullanmamasına rağmen, yapının strüktürel/ yapısal sorunlarını çözmesi onun mühendislikteki maharetine işaret eder.

Ayasofya’daki bezemesel yüzeyler yapı elemanlarını gizler. Dört ana kemerin ayakları kendini göstermez. Sanki orta yan duvarların bir elemanıymış gibi gözükürler. İşin içine bir de mermer kaplamalar girince, bu yapısal elemanlar iyice fark edilemez hale gelir. Hâlbuki Süleymaniye’de yapısal elemanlar özellikle vurgulanmıştır. Ana kemerlerin ayakları tüm çıplaklığıyla fark edilmektedir. Ayasofya’nın mistisizimi, Süleymaniye’de görülmez. Ayasofya’da kaplamaların renkleri, pencerelerin sayısı ve yerleşim düzeninden doğan loş ortam, Ayasofya’ya daha mistik bir hava katar. Halbuki Sinan Süleymaniye’de çok daha aydınlık bir ortam yaratmıştır. İki yapıtın orta duvarındaki pencere sayısına bakıldığında bu durum daha rahat anlaşılır. İki eserin iç mekandaki yüzey renkleri de bu farkı açıkça gösterir.  Süleymaniye, çok sayıdaki pencereleri ve mekanın homojenliği ile dış dünyaya kapanmamış, ibadet alanı dış dünya ile birleştirilmiştir.

KAYNAKLAR

Erzen, J. N. (1996). Mimar Sinan: Estetik Bir Analiz. Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı.

Kuban Doğan, & Emden, C. (2016). Osmanlı Mimarisi. Yapı-Endüstri Merkezi.

Kuban Doğan. (2011). Sinan’ın sanatı ve selimiye. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Leave a Reply