İnsanoğlu yalnız. Büyüdükçe, yaşlandıkça bunun farkına varmak; gerçeklerin insanın yüzüne buzdan ayaz gibi çarpması açıkçası kaçınılmaz. Öyle yakıcı bir yalnızlık ki bu, dış dünyanın onayını alabilmek için, yani tek bir olumlu geri dönüt uğruna kendini baştan yaratmaya, toplumun beklentilerine göre kendini yontmaya, bükmeye ve kırmaya razı. Öyle yalnız ki kaçamadığı, bir türlü kurtulamadığı tek can yoldaşı kendi gölgesi, sokakta yürürken vitrinlerden ona göz kırpan, dikkatini çekmek için şekilden şekle giren o korkunç yansıması.
Hepimiz o sarsıcı anı eminim ki yaşamışızdır; gece yatmadan önce evde tek başınıza, ışıkları kapamaktan bile korkar halde, banyonuzda dişinizi fırçalarken karşınızda duran yansımanıza bakmanın anlamsız bir şekilde tüyler ürpertici hale geldiği kayıp saatler. Ne zaman dudaklarınızın kenarları bu kadar düştü? Gözleriniz hep bu kadar donuk ve bilinmeyene doğru mu bakıyordu? Şu arkaya doğru yaşlı bir yılan gibi süzülen beyaz bir tel saç mı? Günün neredeyse yirmi dört saati başkalarının gözlerinin içine bakıp onların aklından geçenleri ve bizler hakkında hislerini ölçüp tartarak onlara göre hareket ettikten sonra insanın kendini dış dünyanın ona yönelttiği bakış açısından görmesi kadar korkutucu ve düş kırıklığına uğratan bir şey var mıdır acaba? Sanki her sabah uyanmak; kendi benliğimizden sıyrılıp düşlerimizi, beklentilerimizi ve çocuksu umutlarımızı, yüzümüzü yıkarken gözlüklerimizi çıkarıyormuş gibi soyup üzerimizden atmak normalmiş gibi.
Çünkü bütün bu unsurlar dünyanın ve toplumun ihtiyacı olanları karşılayamaz; dünyanın bizlerden istediği şey kendi evimizde bile bir film çekmek, ilgi çekici, başarılı ve parlak olmak. Ama kendi yöntemlerimizle değil elbette, dışarıdaki dünyanın koşulları çerçevesinde ve dünya sizin sıradan ve sıkıcı yüzünüzle düşündüğünüzden de az ilgileniyor. Bu ilgisizlik de ağlayan bir bebeği odaya kilitleyip gitmeye benziyor, bizleri kendimizden ve bizi biz yapan her şeyden nefret eden korkunç yaratıklara dönüşmeye itiyor.
Özellikle günümüzde, medyanın ve internetin günlük yaşamı avucunda bir kar küresi gibi tutup, canı istediğinde sallayıp güzel sahneler oluşturduğu bu sosyal iklimde; insanın salonundaki kanepede şekilden şekle girip sehpadaki sütlü kahveyi Caramel Macchiato gibi gösterme çabası bu maske arayışının karanlık bir yüzü aslında. Olmayanı oluyormuş gibi göstermek, kendimize kusursuz kareler kurmak ve bunu tanıdığımız ve tanımadığımız mümkün olan herkesin bilincine damgalamak acaba bizi mi tatmin ediyor, yoksa yalnızca öz güven eksikliği ve tüketim çılgınlığının dev canavarlarını mı besliyor diye insan düşünmeden edemiyor. Açıkçası geriye bir adım atıp olan bitene baktıktan sonra bu tip yorumlar yapmak, kendini izole edip “Ne kadar da bilinçliyim!” demek de oldukça gülünç bana sorarsanız. Bu yüzden değil mi sanatçıların aslında hepimizin paylaştığı bu kapana kısılmışlık hissini naralarla satırlara dökmesi; Behçet Necatigil’in Maskeli Balo şiiri, Kim Namjoon’un Reflection (Yansıma) şarkısı ve daha niceleri… İnsanın kendine yabancılaşmasıyla ve öz nefretiyle ilgili her yapıtta kendimizi bulmamız, kendimizi kaybedişimizin en çıplak ve korkunç kanıtı.
Elbette bu olgunun atlatılması ne kadar mümkün doğrusu, sorgulanmalı. Birey ve toplum çatışmasının bitmesi demek hem bireyin hm de toplumun bitmesi demek bir nevi. Yani eğer kendinizi çıkılamaz bir spiralden kurtarmayı tercih ederseniz; siz de yine bir maskeli baloda, yüzünüzde emanet bir gülücükle, tanımadığınız ve tanımanız mümkün olmayan başka maskeli insanlarla uzaklardan gelen acı ezgilere salınırken bir aynada yansımanızı yakalarsanız, umarım aklınızda şu soru çok uzun süre yer etmez: “Bu gördüğüm yansıma, gerçekten de bana burada en yabancı olan kişi değil mi?”