İlk etapta 2023 yılının Kasım ayında vizyona girmesini beklediğimiz Dune – Part II’nin Beyazperde galası Holywood’daki grevler sebebiyle ertelenmişti. Dünyanın dört bir yanında heyecanla beklenen film, dört aylık bir gecikmenin ardından 1 Mart 2024’te nihayet izleyicisiyle buluştu.
İlk filmin olağanüstü başarısı, birkaç dakikalık fragmanlarda bile bizi etkilemeyi başaran görsel şölen ve kitaba bağlılığıyla hayranlarının güvenini ve sevgisini kazanan yönetmen Denis Villeneuve sebebiyle Dune- Part II için beklentiler oldukça yüksekti. Filmin ilk günden itibaren kırmaya başladığı gişe rekorları da beklentinin fazlasıyla karşılandığını gösterir durumda.
İlk film eleştirmenlerden ve hayranlardan tam not alsa da; Dune gezegenini ve derinlikle işlenen karakterleri bize tanıtma amacı taşıyan, fırtına öncesi sessizliğin hakim olduğu, ikinci filme göre daha durgun bir atmosfere sahipti. İkinci film ise aksiyonu izleyiciye dolu dolu tattıran, olağanüstü sekanslarıyla nefesleri tutturan, Hans Zimmer’in dahiyane kompozisyonlarıyla bizi Arrakis’te yürüyormuşuz gibi hissettiren bir efsaneye dönüştü. Öyle ki bazıları Yüzüklerin Efendisi haricinde kıyaslanabilecek başka bir seri daha yok diyerek filmin uzun yıllar unutulmayacak bir başyapıt olduğunu iddia etti.
Oyuncu performansları ise ilk filmde olduğu gibi eleştiriye yer bırakmadı. Bazı insanlar her filmde Timothee Chalamet’yi görmekten bıktığını ifade etse de, Paul karakterini izlerken Holywood’un “favori” oyuncusunun neden bu rolü de kaptığını daha iyi anlıyorsunuz. Chalamet’nin performansı bizi ilk filmdeki toy çocuğun nasıl bir savaşçıya, manüpülatif ve tehlikeli bir lidere dönüşebileceğine; taban tabana zıt bu iki karakterin aynı bedende bulunabileceğine tamamıyla inandırıyor. Bir süper kahraman hikayesi anlatacakmış gibi başlayan film, kısa sürede bir “kötü kahraman” hikayesine dönüşmeye; Paul Atredies’in aydınlıktan karanlığa geçişinin hikayesi olmaya başlıyor. Öyle ki Zendeya’nın canlandırdığı Chani karakterinin kitaptaki aslının aksine oldukça “asi” ve “muhalif” bir aşık olarak yansıtılmasının sebebi; yönetmen Denis’nin bu fikre yapmak istediği vurgu, tıpkı yazar Frank Herbert gibi hikayenin doğru anlaşıldığından emin olmak istemesi. Zira karizmatik ve güçlü bir lider kolaylıkla bir “kurtarıcıya”, bir “mesihe” dönüşebilir. Bu epik hikayenin ana fikri ise ne denli güçlü ve etkileyici olursa olsun hiçbir lideri körü körüne takip etmenin, ona kurtarıcı gözüyle bakmanın iyi bir fikir olmadığı.
Paul Atreides’in aksine başından beri karanlık tarafta olan, Harkonnenlerin biricik yeğeni Feyd-Rautha’yı canlandıran Austen Buttler, yüzündeki korkutucu makyaj ve stili ile adeta bambaşka birisi olarak karşımıza çıktı. Evrene yeni katılan karakterler arasında şüphesiz izleyiciyi en şaşırtan da o oldu. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri olan dövüş sahnesinin ardından Arrakis’ten sonsuza dek ayrılsa da, sosyopat düşman performansıyla izleyenleri etkilemeyi başardı.
Dune’a dahil olan tek karakter Feyd-Rautha olmadı. Muad’dib ve Arrakis hikayesinin anlatıcı Prenses Irulan rolüyle Florence Pugh ve bu filmde hayal meyal görsek de üçüncü filmde muhtemelen bolca göreceğimiz Alia Atreides rolüyle Anya Taylor-Joy gibi isimler de kadroya dahil oldu.
İyi bir senaryo, hikayeye aşık bir yönetmen, çok iyi oyuncular, her sahnesi tablo gibi duran görüntülerle Dune – Part II beklentileri karşılamayı başardı. Ama bu serüveni bu kadar etkileyici kılan en önemli unsurlardan biri de şüphesiz Hans Zimmer’in besteleri. Filmlerle tamamıyla özdeşleşen, filmlere kimliklerini veren parçalar olmadan Dune evrenini hayal etmek çok zor.
Henüz resmi bir açıklama gelmese de seride Dune Mesihi’ne tekabül eden üçüncü bir film yolda gibi görünüyor. Bunun için ne kadar bekleyeceğimiz belirsiz olsa da; ev konforundan vazgeçemeyenlerin bile beyaz perdede deneyimlemek için kalkıp sinemaya gittiği böyle büyük yapımlara, büyük hikayelere tanıklık etek büyük keyif. Umarız ki bu gibi yapıtların sayısı artsın.