Herkesin örnek aldığı bir şair, yazar, müzisyen veya ressam vardır. Bazen onları fazla
içselleştirip idol haline bile getirebiliyorum kendi adıma. Shakespeare benim hayatımda her
zaman böyle bir role sahipti. Ben de onun rollerinden biriydim, çünkü şiirleri ve oyunlarıyla
aslında beni o yaratmıştı. Bir satır aşk şiiri, bir satır toplumsal eşitsizlik üzerine isyan, bir satır
aile sevgisi, bir satır dost kazığı. İşte bunların hepsi benim, ben Shakespeare ve bir sürü
yazarın karakteriyim, onlar da benim hayatımın karakterleri. Çünkü şiirde ve diğer
sanatlarda ben, başka insanların acılarıyla veya mutluluklarıyla bütünleşiyorum.
Sevdiğim birini kaybettiğimde, biri beni terk ettiğinde, dünyadaki en değersiz insanmışım
gibi hissettiğimde örneğin… Bunun nasıl bir acı olduğunu anlamlandırmaya çalışırken acaba
başka insanlar da böyle mi diye soruyorum kendime. Acaba başkasının yüreği de sanki
sökülüp çiğnenmiş, bir de üzerinde kızgın gözyaşlarında pişirilmiş gibi oluyor mu diye
düşünüyorum. Sonra bir şiir veya müzik… Evet, ben tam olarak bu beyefendinin veya
hanımefendinin yaşadıklarını yaşıyormuşum diyorum. Sonra, nasıl kurtulmuşlar acaba tilkileri
dönüyor kafamda. Bakıyorum, kurtulamamışlar. Her karakter mutlu olamıyor sonuçta diye
düşündüklerini seziyorum. Çünkü onların hepsi hayatı anlatıyor. Yaşamı, bütün
saçmalıklarıyla, bütün iğrençlikleriyle yaşayan insanları, yani beni anlatıyorlar.
Aşık oluyorum.
Tanrım, midemde kelebekler uçuşuyor klişesini anlatıp duruyorum arkadaşlarıma. Acaba o
kelebekler Shakespeare’in midesine de uğramış mıdır sorusu geliyor aklıma. Çapkın dedemin
midesinde kelebek eksik olur mu hiç diyorum sonra bir sonesine hayranlıkla takılı kalmışken.
Yani, yine hayatı anlatıyor. Bu sefer de bütün büyüsüyle, bütün güzellikleriyle beni anlatıyor.

“Aynı anda herkes olmayı öğrenenlerin kaderi, aslında hiç kimse
olamamaktı.”(Holderness, 1988)


Holderness’e göre, idol diye bahsettiğiniz kişilere aşırı bağlılığınız, her yerden bir şeyler
toplamanız kişiliğinizi kaybettiriyor. Ben buna kısmen katılıyorum. İnsanlarla sohbet ederken
benim sevdiğim şeyler, benim bahsettiğim şeyler aslında beni oluşturan şeyler. Seninle ortak
şeyleri seven birçok insan var diyebilirsiniz. Evet ancak bu dünyada hepimiz birer parmak
iziyiz. Benim ses tonumdan, zevklerimi, beğendiğim şiirleri anlatışıma kadar yaptığım tüm
yorumlar bana ait. Bu noktada ayrışıyoruz ancak fazla pragmatist olmamakta fayda var tabii.
Örneğin ben bütün müzik türlerine aşina olmak istiyorum çünkü en çok zevk aldığım şey bu.
Bazen birini öğrenirken diğerini unutuveriyorum. Diğeri deyip geçmemek lazım işte. Çünkü
“diğerinde” başka bir karakter ve başka bir ben daha saklı. Mesela “Çok üzüldüğüm veya çok
sevindiğim bir şey olduğunda ben nereye saklanacağım, hangi kendime döneceğim, hangi
şairin hangi satırı tam o an bana çok iyi gelecek, türkü mü yoksa rock mı?” diye diye
türettiğim benliklerim beynimi kuşatıyor sanki ve çoklu kişilik bozukluğum olduğu hissine
kapılıyorum.


Böyle konularda, pozitif düşünceler hep daha ağır basar kafamda. Ben okudukça
değerleniyorum. İnsanlar okudukça değerleniyor. Kendi dünyamda oluşturduğum onca
hikaye ile gerçek dünyam arasında bir köprü görevi görüyor soneler, şiirler, sözler. Tüm
bunlar beni ben yapıyor ve olağanüstü bir güç, okunan tüm yazarların hikayelerini bir insanda
birleştiriyor; düşünsenize, benim gibi milyonlarca insan bazen Romeo, bazen Juliet, bazen
Raskolnikov bazen Ferhunde Hanım veya İnce Memed oluveriyor. Bu kadar büyülü bir şey var
mıdır dünyada?

“Hoşçakalın! Değeriniz çok yüksek, tutamam sizi”(Shakespeare, 1600)


Shakespeare’nin de dediği gibi, değerim çok yüksek, aşmalıyım kendimin de ötesini. Her şeye
fazla anlam yüklememek lazım tabii, belki de sadece dolardan ve ev fiyatlarından
bahsediyordur.

Leave a Reply