Çatışma dendiğinde akla ilk gelen fikirler nedir? Biz insanlara çoğu zaman ne hissettirir? Olumlu bir şeyleri mi çağrıştırır yoksa daha çok kaçınmaya çalıştığımız bir şeyleri mi?  Kaçmaya çalıştığımız ama kendimizi sık sık ortasında bulduğumuz bir kavram bence çatışma. Sadece anlaşamamazlık durumunu açıklamak için değil aynı zamanda zıtlıkların yahut farklılıkların bir araya gelip ahenk içinde birbirlerinin eteklerine dolanmalarını anlatmak için de kullanılabilir bu kavram. Kendisinden kaçmak için çaba harcanan bir kavramdır, doğru. Ama ne ilginçtir ki bu kavramın ortaya çıktığı her anda bir hikâye ortaya çıkar. Çeşitli aksiyonların itici gücü olan çatışma, olay örgülerinin de ana unsurudur. İşte bu yüzden sanatçılar, özellikle de hikâye anlatıcıları, ondan güç alarak hikayelerini kurarlar. Bir meddahtan tutun da bir yönetmene kadar birçok sanatçı bunun üzerine inşa ettiklerini kendi fikirlerini özgünlükle yansıtacak bir biçimde sunarken çatışmanın getirdiklerini gözeterek hikayelerini tamamlarlar, ve bu çatışma ister hikâyenin olsun ister ana karakterin gerçek kavgası; çatışmanın yansımalarıdır kendini izleten bence. Bu sefer çatışmanın tümüyle hikâyeye ve karakterlerin özüne işlediği bir filmden bahsetmek istiyorum size: Eşkıya. Yavuz Tuğrul’un hem yazarlığını hem de yönetmenliğini yaptığı, 1996 yapımı uzun-metraj filmi. Doğu’nun Batı’ya gelişiyle başlayan ufak tefek çatışmaların, bu ikilinin aralarındaki tansiyonun artmasıyla büyük bir hikâyeye dönüşünü izlediğimiz bu film, Doğu-Batı çatışmasının Yavuz Tuğrul gözünden bir yansıması olarak tanımlanabilir. Tuğrul’un kaleme almaktan kuşkusuzca çok zevk aldığı bu çatışma, Şener Şen ve Uğur Yücel’in renklendirdiği bu filmde kendine yer bulmuş. Erkan Oğur’un eşsiz besteleriyle bezenmiş bu yapıt, çatışmanın içindeki ikiliğin ve harmoninin bir yansıması gibi.

Baran karakterinin, yani eşkıyanın, hapisten çıkışıyla başlayan hikâyesini izlediğimiz bu film; ilk dakikalarından son dakikalarına kadar değişimin kendisini ve getirdiklerini kabullenmeye çalışan daha doğrusu ayak uyduran birinin yaşadıklarını konu alıyor. Filmin meraklıları için çok açıklamadan konusunu anlatmak gerekirse de otuz beş yılın sonunda yakın arkadaşı tarafından ihbar edilip girdiği hapisten çıkan Baran’ın hapisten çıkıp yine aynı arkadaşının evlendiği sevgilisini bulmak için İstanbul’a giderken hayatına giren Cumali ile kurduğu dostluk ve yaşadığı maceralar olarak özetlenebilir. İlk anlarında, otuz beş yıllık değişimi köyünün yok oluşuyla ve Keje, yani aşkı hakkında öğrendikleriyle selamlayan Baran, bu selamlamayla kalmayıp geriye kalan yıllarının artık tek amacı olan yüzleşme için İstanbul’a gider.

Baran’ın Doğu ve Batı’nın asıl çatışma yerinde yaşadığı krizlerin bireysel düzeydeki yansımaları aslında modernleşmenin yarattıklarının da bir göstergesidir. Çoğu zaman “yozlaşma” sıfatı altında değerlendirilen bu değişimler, yenileşmenin ve yeniliğe adapte olurken bireysel ve hatta kültürel kimliği koruyup koruyamama mücadelesini konu alır. Baran’ın temsil ettiği değerlerle ve bu değerleri koruyuş biçimi de bu yozlaşmaya direnişi ama ayak uydurmak zorunda kalışıyla ilişkilendirilebilir. Filmin başında karakterimizin şehirde kaybolma vakaları ve sonundaysa tabiri caizse şehrin dilinden anlamaya başlayıp çeşitli cinayetler işledikten sonra çatılarda saklanarak kaçması onun düzene ayak uydurduğunun birer göstergeleridir (Yüksel 287).

Ayrıca filmdeki temaların, görsellerin ve mekanların değişimi de bu zıtlığı yansıtmada önemli bir rol oynamıştır. Erkan Oğur’un besteleriyle de desteklenen “Doğu ve Batı” temalarının zıtlığı net bir biçimde gösterilmiştir. Sahne bazında değişen müzikler Doğu’da ve Batı’da hepsi Erkan Oğur tarafından bestelendiği halde farklı bir biçimde yankılanmıştır. Özellikle de kostümlerin ve mekanların seçimleri bize bu iki kavramın ne olduğunu açıklamak üzerine kurulmuştur. Baran ve Cumali bu iki kavramın dolaylı olarak beden bulmuş halleridir bence. Tipleme kadar sığ olamazlar ama kullandıkları dil, yaşam tarzları, günlük dertleri bazında düşününce bağlantı bulunabilir. Fakat bu iki karakterin sıkı dost olarak yer alması da bu zıtlığa karşı duran bir faktördür. Öyle ki Cumali’nin ilk adımıyla başlayan dostluk, Baran’ın dostu için risk alan ve hatta cinayetler işleyen biri olmasıyla devam eder. Bu iki karakter, farklılıkların ötesinde duran ortaklıkla birbirlerine bağlanmışlardır.

Sonuç olarak, çatışmalardan uzak durmanın güzel bir durum olduğunu; daha doğrusu iyi hissettirdiğini kabul etsem de çatışmaların birer kaynak olduğu gerçeğini gözetmek istiyorum. Hikayelerin kaynağı, beslenme yeri o çatışmalardır. Ayrıca Baran’ın hikayesinin bu toprakların büyük bir çatışması olduğunu bilmek garip hissettirse de bu çatışmanın da iyi kötü bir hikâye yazdığı kesin.

Kaynakça: Yüksel, Sinem Evren. “YAVUZ TURGUL SİNEMASINDA TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE KRİZ ANLATISI.” SELÇUK ÜNİVERSİTESİ  İLETİŞİM FAKÜLTESİ AKADEMİK DERGİSİ, vol. 8, no. 1, May 2013, pp. 282–94. https://doi.org/10.18094/si.27399.

Leave a Reply