Dünyayı mitosla anlamanın yerini analitik düşünme faaliyetine bırakmasıyla, mantık ilkelerinin ilk formülasyonlarıyla, bahsi sınırladığımız kültür çevresinden isim vermek gerekirse Parmenides’le, Platon’la düşünme usulünün çok temelden bir değişikliğe uğradığı bugün üzerinde uzlaşabildiğimiz bir kabul. Tanrısal ilhamlar söyleyen Homeros’un yerini, bilgisinin hesabını vermek sorumluluğunu üstlenmiş filozof alır Platon’un “Devlet”’inde. Şairin hatta, artık yeri yoktur bu ütopyada. Nitekim Aristo’dan itibaren düşünmenin, teoriyi aktarmanın en emin yolu yazmak, nesir yazmak olagelir.
Yine de klasik edebiyatımızla ilgilenenler bizde şairin de pekâlâ bir düşün insanı rolü oynayabildiğine, şiirin bir tartışma aracı olarak kullanılışına, beyitlerde tasavvuf terimlerinin en ustaca imgelerle işlenişine o kadar aşinadır ki şairi düşün alanında saymamak çoğu zaman eğlenceli tartışmalar başlatma sebebidir. Modern dönemin başlangıcı da bizde şairin şiiriyle hürriyet istemesi, onu halk kitlelerinin ifade aracına dönüştürme çabası ile izlenir.
Öte yandan, Garipçiler bu tip bir misyonu üstlenmiş olmakla birlikle şiirin farklı sanatlarla tedahülüne karşı çıkışlarıyla güçlü ve yerinde bir muhalefeti temsil ederler. Orhan Veli’nin Garip Ön Sözü’nde geliştirdiği argüman çerçevesinde şiirde müzikalitenin değeri ve işleviyle okurda kavram vehmi uyandıran bir imgenin değer ve işlevinin paralel değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
İmge ve kavram meselesi ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte bu genel plan, kendi hayatının özel koşulları gereği Mevlana ile, klasik şiirle, ideolojik söylemle karakteristik bir ilişki biçimi olan Nâzım Hikmet’ten rubailer üzerine yazarken sunulması gereken bir perspektif olsa gerek. Zira üzerinde konuştuğumuz şairler de nazım türü de içerik de insana felsefeye yakın bir işle uğraşıyormuşuz hissi verebilir. Ben daha ziyade değer yargısının, dünya görüşünün dönüşümünün imge düzeyine yansımasını, şiirde sürekliliği yadsımayan bir devrimi izlemeye çalışacağım.
Bu yazı kapsamında bir önemli mevzu olarak da metinlerarasılığın özellikle bizim modern edebiyatımızda gelenekle kurulan bağ açısından yerine değinmek gerek. Şairimizin divan edebiyatının hayal dünyasından, söyleyiş biçiminden yararlanması yanında özellikle Şeyh Bedrettin örneğindeki gibi tarihsel kişiliklerin, halk hikayelerinin kahramanlarının yazarın tezince yeniden kurgulanması, klasik mesnevilerin postmodern romanlarımızda bir parodi unsuru veya laytmotif olarak yer bulması bu olgunun en sık karşılaştığımız yüzleri.
Bu yazı ise İran edebiyatı kaynaklı bir tür olan rubainin 20. yüzyılda, Nâzım Hikmet’in kaleminde nasıl bir hâle büründüğü üzerine. Nâzım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nden Piraye Hanım’a gönderdiği bir mektubundan Mevlana’nın Tanrı aşkına güvenmesi gibi kendisinin de “Piraye’nin aşkına güvenerek” rubai yazmaya başladığını öğreniyoruz. Belki Marx’ın Hegel değerlendirmesinden ilhamla Mevlana’nın yaptığının “tam tersini yani gerçeğini” yapmayı planlamış şair. Piraye Hanım’a ve Kemal Tahir’e mektuplarından 100 tane olmasını planladığını anladığımız rubailerden 23 tanesini bugün okuyabiliyoruz.
«— Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan,» — dedi Hayyam.
Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam :
«— Ben, bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım,» — dedi,
«şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param…»
Piraye Hanım’a mektubunda rubailerini dört bölüme ayırmış Nâzım. Yukarıdaki örnek sosyal konulu olanların ilki. Bu örnekte kafiye unsuru, dize sayısının korunması ve alışıldık mazmunların kullanımı bakımından biçimce klasikten tamamen kopmadığını görüyoruz. Asıl manayı verecek son iki dizeden önce hem gelenekselleştiği üzere sözü hazırlamış hem de diyalektikten sapmayıp ironiye giden yolu döşemiş şair. Rubaiden duymaya aşina olduğumuz temaları toplumcu bir terdite hazırlık için kullanmasının başka örnekleri de bu bölümde görülebilir.
Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan :
yâkut şarabı billûr kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan…
Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı,
gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan…
Bir bölümü de “sevda rubaileri”ne ayırmış şair. Uyak düzeni ve mısra yapısını bozarak yazdığı bir rubai örneğini de buradan verebiliriz.
Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü
sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın.
Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın
bahtiyarlığına benzer seni sevmek…
En ilginç örneklerse Nâzım’ın “felsefî rubailer” dediği birinci bölümde. Dedesi ile geçirdiği ilk gençlik yıllarında, şairliğinin ilk verimlerinde büyük etkilerine rastladığımız Mevlana’nın bir rubaisine reddiye ile başlıyor bölüm. Şiirimizde büyük devrimcilerin gelenekle onu aşabilecek bağı kurmuş, gerekli mesaiyi harcamış olmalarına en güzel örneklerden biri olduğuna inanarak bu rubaiyi de dikkatinize sunmak isterim.
Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil,
uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil.
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi :
«Suret hemi zıllest…» filân diye başlayan değil…
Literatürde bu rubai için Nâzım’ın kullandığı model metnin Asaf Halet Çelebi’nin çevirisi olduğunda uzlaşılmış görünüyor. Rubailerin yazımı zamanında şairin Piraye Hanım’dan Abdullah Cevdet’in Mevlana ve Gazali üzerine yazdığı eseri istemiş olmasına da değiniliyor. Gerek tarihsellik gerek dil unsuru bakımından daha mâkul kabule uyarak Çelebi çevirisine başvuralım.
Bil ki görünen sûret bir gölge, bir heyûladır/ Bil ki onu resmeden ‘illet-i ûlâ’dır/ Lâhut âlemi nâsûte alçalmaz/ Fakat bil ki nâsût lâhutla meydana çıkar.
“Materyalist-lirik rubailer” yazmak çabasındaki şairin şiirin ontolojik düzlemini yıkıp yeniden kurmakla işe başlaması şaşırtıcı değil elbet (Tüm bu faaliyeti imgesel düzeyle sınırlı olarak tespitle yetindiğimi tekrar belirtmek isterim). Ardından “Hazret” diye bahsettiği üstadı, onun bu dünyaya aitliğinin tezatını kullanarak “senin o kızgın etin” sözleriyle işaret ediyor, tüm malzemesini materyalize etmiş olarak yazıyor şiirini. Aksini tamamen yadsımak üzere “filan” sözcüklerini istenen manayı uyandırmak için yerli yerinde kullandığını da tespit edebiliriz.
Şiir dünyası şairin dünyası, çağın şartlarından kopuk düşünülemez elbet. Büyük şiirin sırrı da çağının varlığa dair tasavvurunu imgeleştirebilmekte; insan bilincini değişen koşullarda, farklı çağlarda da olsa tarihselliği aşan bağlarını koparmadan görebilmekte kanımca. O sebeple Nâzım’ın rubaileri tekrar tekrar okunası gelir bana. Çağ değişmiş, toplum değişmiş, insan değişmiştir artık. Eskinin hakikati yalan olmuştur, yine de dönülüp hesaplaşılması gereken eskinin “hazret”leridir. Şiir, nesirden daha güçlü bir form çağı ve insanını görmek için. Dönüp hazrete “Bir gerçek âlemdi gördüğün” diyen insanı, onun çağını görmek de kendi şiirini yazdığı için daha mümkün.
Bahse Konu Okumalar
Ran, Nâzım Hikmet. Kuvâyi Milliye (Şiirler 3). Yapı Kredi Yayınları, 2007. Baskı. (sayfa 209 vd.)
Ran, Nâzım Hikmet. Piraye’ye Mektuplar. Der. Memet Fuat. Yapı Kredi Yayınları, 2015. Baskı. (Rubailer hakkındaki kısımlar 459, 460 ve 461 numaralı mektuplarda.)
Ran, Nâzım Hikmet. Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar. Milliyet Yayınları, 1996. Baskı. (Rubailer hakkındaki kısımlar 166, 167 ve 168 numaralı mektuplarda.)
Abdullah Cevdet’in adı geçen eseri: Dilmesti-i Mevlana ve Gazali’de Marifetullah, Rubaiyyat-ı Gazali Orfi’de Şir ve İrfan
Asaf Halet Çelebi’nin adı geçen eseri: Mevlana’nın Rubaileri
Garip Ön Sözü