Sanatın Evi Harlem: Paris is Burning

Sanat nerede gezer, kimi sever? Moda markaları lükstür ve çok azımız mimari mucizelerin içinde yaşarız, o zaman sanat şehirlerin en lüks muhitlerinde gezer ve zenginleri sever. Paris is Burning’in buna katılacağını sanmıyorum; Livingstone’un perspektifinden izlediğimiz Harlem sokakları; performansın, modanın, hayallerin ve sanatın en beklenmedik yerlerde parıldadığını kanıtlıyor.

Paris is Burning’te,1980’lerin New York/Harlem’inde, dönemin Afrikan-Amerikan trans ve gay bireylerinin nasıl yaşadıklarına şahit oluyor ve de daha da önemlisi “Ball” kültürünü izliyor, hikayelerini ve hayallerini dinliyoruz. Haftalarca aç kalmalarını, aileleri tarafından terk edilişlerini ve bir hayat kadını olarak yaşadıkları ölümcül anıları dinliyoruz; ailelerini utandırmamak için bir gece yaşadıkları mahalleleri terk ediyor, sokaklarda kendileriyle aynı acıları çeken insanlarla aileler kuruyorlar. Sonra o gösterişli partilere, Ball’lara, gidiyoruz; getirdikleri parıl parıl elbiseleri, sergiledikleri performansları, belgeselin ilerleyen dakikalarında ikonikliği tescillenen danslarını görüyoruz. Kendileri olamadıkları evlerden kaçıp buldukları anneleri, bizlere eski “Ball”ları anlatıyor; bu sahneleri yatak odalarında uzanırken hayallerini anlatmaları izliyor.

Paris is Burning sadece eşit haklar verilmemiş hayatların 1980 Amerika’sında sonunun ne olduğunu, dönemin sosyolojik dengelerini anlatmıyor veya sadece hikayede adı geçenleri ölümsüz de kılmıyor; bu belgesel ayrıca sanatın, eğer orada tutku ve kendini ifade etmek için bir savaş varsa, belki de zamanının en dezavantajlı topluluklarından birinde, tehlikeli sokaklarda, fakirlik ve açlıkla birlikte de parlayabileceğini anlatıyor, hatta bağırıyor.

Görüyoruz ki, biraz ilerde, Upper East Side’da milyon dolarlara satılan sanat, kirli Harlem sokaklarında da dans edebiliyor, “deli veya hasta”(!) bu insanlarla birlikte eğleniyor ve onlar için konuşuyor, birilerinin zenginliğini tescillemiyor, yapabileceği en kolay şeyi yapıyor ve sadece var oluyor…ekonomik statülerin ve sermayenin dışında…Mükemmel haber!

Paris is Burning, bir sistem eleştirisinden sosyolojik bir araştırmaya kadar pek çok konunun öznesi olabilir, ancak ben kendisini bir umut ışığı olarak kabul etmek istiyorum. İnsanın, ancak temel ihtiyaçlarını karşılarsa ‘güzel bir şey’ yaratmanın peşine düşeceğine inanılır, sanat zengin işidir. Ama bu doğru ise, bu film nasıl var olabilirdi?

Filmi izlediğim ilk an aklımda canlanan soru ve düşünce bu değildi. Bu insanları, bu gerçekliği görmek güzeldi; izledim ve hayatımdan kayıp gitti. Benim için şu an sizlere aktardığım anlamını, zekanın nasıl belli bir grup insana mahal olduğunu, ancak bunun gerçek bir incelikle yapılmış hiçbir deneyle kanıtlanamayacağını; yani kadın, fakir veya azınlık bir ırktan olmanın sizi aptal yapmayacağını anlatan bir makaleyi okuduğumda düşündüm ( Belkhier J.A, Duyme M.,1998).

Venüs.

Evet, bunu zaten biliyordum, bunu sadece kafamı yana çevirerek bile kanıtlayabilirdim, yanımda en yakın arkadaşım harıl harıl ders çalışıyordu, tamam. Ama eğer kadın, fakir ve azınlık olmak beni aptal yapmıyorsa; beni sanatçı yapmaktan da alıkoyamaz. Aynı Pepper LaBeija veya Dorian Corey’i alıkoyamadığı gibi, veya anneannemi…

Ülkenin içinden geçtiği başka bir ekonomik buhran altında çok da yüksek olmayan bir ekonomik sınıfa dahil bir kadın kendi kendine yüzlerce resim çizmiş ve ayrıca belki de görebileceğiniz en iyi hikaye anlatıcısı olmuşsa, belki de sanatçı olmak illa bir ten rengi bir iki ekonomik statü ve bir cinsiyet demek değildir. Başka bir örneği de size edebiyat derslerinizden getirebilirim; Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun güneşin ve kara toprağın arasında büyüyen yaban otlar olarak tanımladığı Anadolu halkı, ne İstanbul ne Saray ne Aruz ölçüsü bilen, hiç de aptal bir grup insanın yapmayacağı şekilde halk edebiyatını doğurmuştur, özellikle bizim edebiyatımızda pek çok sanatçımız açlık ve sefalet içinde ölmüş ancak yine de sizlerin 11. sınıf edebiyat ders kitaplarınıza sızmıştır.

Tüm bu insanlar, bu makaleyi okuduğumda Paris is Burning’in karakterlerine dönüştüler; arkadan geçiyorlar, sahnedeki şovu alkışlıyorlar belki kamerayı tutuyor yanlarında oturan Willi Ninja’nın makyajını düzeltiyorlardı, hayatlarında akan sanatı Harlem’e götürdüler; oranın yerli suyuyla karıştı…bütün bu söylediklerim gece çekiminden çok da net gözükmeyen bu insanların hayatında yazılı bir belgeden çıkıp onaylanabilir gerçeklere dönüştüler, ve bu beni çok rahatlattı.

Eğer sanat Ball’larda varsa, herkes için, dünyanın dört bir köşesinde vardır. Zenginlik size resminiz için en doğru renkleri seçmek için zaman satın alabilir tabi ki de, bu da onu doğurmayı çok kolaylaştırır, ancak anlatacak bir şeyiniz, içinde doğru hissettiğiniz bir ten varsa; çok sinirli, mutlu veya üzgünseniz ve öyle ya da böyle konuşmanız gerekiyorsa saat gece 02:26’da Harlem’de bir anda beliren ateş size ihtiyacınız olan her şeyi vermeyen hayatınızda da belirebilir.

Vouging dansı.

Umarım bu yazı bir şekilde sırf gösterişli bir hayata doğmadığı için içindeki yaratıcılığın ölmesi gerektiğine inanan birine de ulaşır ve onu da rahatlatır. Eğer Venus Xtravaganza pencereden atlayarak hayatını kurtarıp, baloya o harika elbiseleri giyip gidebiliyorsa, ben de Türkiye’de saat akşam on birde eve bacaklarım titreyerek döndükten sonra o harika elbiselerden yapabilirim, dünyanın en kısıtlanmış halklarından dünyanın en güzel filmleri çıkabilir, hatta tüm bunlar belki de gerçekleşmeye mahkumdur; ve doğacak sanat güneşi elbet bir şekilde doğar…Unutmayın sanat sizden vergi almaz, bu yüzden onun için ne kazandığınızın da pek bir önemi yoktur, siz bir deneyin.

Kaynakça:

Pinerest

https://www.thepinknews.com/2019/11/18/paris-is-burning-rerelease-new-footage-jennie-livingston-30-year-anniversary/#

Leave a Reply