Yazmak, belki de en masrafsız ve en ulaşılabilir hobilerden biri. Bir kalem ve bir deftere sahip olduğumuz an yazma serüvenimiz başlayabiliyor. Akla gelen ilk şey; yağmurlu bir günde, kahvemizi alıp cam kenarına oturduktan sonra ilhamın ve yeteneğimizin yardımıyla sözcüklerimizi mucizevi bir şekilde birbiri ardına sıralayacağımız. Fakat aslında gerçek bundan biraz farklı, en azından bazı ünlü yazarlara kulak verecek olursak. 

İlham şık bir sözcük, hele arkasına periyi ilave edince… Neredeyse yazı yazabilmemiz için gözlerimizi kapatıp yazacağımız şeyi düşlememiz ya da yalnızca “hissetmemiz” yeterliymiş gibi geliyor kulağa. Hatta birçok kez deneyimleyebiliyoruz bu “ilham perisinin” bizi ziyaret edişini. Bu ziyaretler sırasında bir hevesle başladığımız yazılarımızsa kısa zaman sonra tamamlanamadan bir köşeye atılıyor. Bunun, artık ilham gelmediğinden kaynaklandığını sanıyoruz ve peşini bırakıyoruz. Oysa yazarlığın gerçek yüzü, gözüktüğü gibi değil.

Mason Curry, Ritüeller: Harika Zihinler Zamanlarını Nasıl Geçirirler adlı kitabında ünlü bir çok yazar ve şairin ritüellerinden bahsetmiştir. Bu ritüellerin bazılarına yakından baktığımızda hayalimizdeki yazma serüveniyle gerçeğinin birbirinden nasıl ayrıştığını anlıyoruz. Virginia Woolf rutin bir şekilde haftanın her günü sabah dokuz buçuktan öğle vaktine kadar çalışıyordu. Bu zaman aralığına tutucu bir kararlılıkla sarılmıştı. Bu aralıkta ne ziyaretçi kabul ediyor ne de kimseyle konuşuyordu. Hayatını buna göre planlamıştı. Özellikle kadınların, kendilerine yazarlık için ayıracakları bir odaları ve zamanları olması gerektiğini savunmuştu. Kendisinin yazabilmesi de bu sayedeydi. Böyle kararlı olmasa, kadın olarak hayatta ondan beklenenlerin, yazılarını can damarından kesip atacağını söylemişti. Tolstoy yazarken kendini odasına kapatırdı ve kimsenin çalışırken odasına girmesine izin vermezdi. Kendini yazmaya öyle adamış olurdu ki yan odaların kapılarını bile kilitlerdi. Victor Hugo da aynalı küçük bir masada oturur ve sabah saatlerinde hiç aksatmadan yazılarını yazardı. Stephen King, kendi doğum günü de dâhil olmak üzere günlük iki bin kelime sınırına ulaşmadan yazının başından kalkmıyor. Haruki Murakami ise yazabilmek için hiç bozmadığı zor bir programı sürdürüyor. Akşam dokuzda uyuyup sabah dörtte uyanıyor ve hemen arkasından beş altı saat roman yazdıktan sonra koşuya ya da yüzmeye gidiyor. Bu ritüelin onun için ilhamın özü olduğunu belirtiyor.

Büyük zihinlerin çok büyük bir kısmı, içlerindeki yaratıcılığı tetiklemek ve parlatmak için ritüellerini kullanıyor. Hayalimizdeki romantik çalışma ortamından oldukça farklı, öyle değil mi? Bu, çalışmayı sevmeyenler için kötü haber olabilir. Ama aynı zamanda yazmayı sevip de başarılı olmadığını düşünenler açısından büyük bir motivasyon kaynağı olmalı. Çünkü yazarlığın da bir spor dalı gibi, üzerinde zaman harcadığımız oranda geliştirilebilecek bir yeti olduğunu gösteriyor bize büyük yazarlar, camdan kulemizde ilham perisini bekleyerek değil…

Kaynakça:

https://www.shortlist.com/news/the-daily-rituals-of-famous-writers

Leave a Reply