”Mutlu aileler birbririne benzer, her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Canlı derslerin olacağını ilk öğrendiğimde, ses açmanın neredeyse imkansız olacağını çünkü bizim evde sessizliğin ancak bir kelimeden ibaret olduğunu düşünmüştüm. E haklıydım da, çünkü hepimiz ya söylenirdik, ya – iyi günümüzdeysek- sohbet ederdik, kavga ederdik veya televizyonun sesini sabahın erken veya gecenin geç saatlerinde olmayacak bir sesi oldurarak izleyen babamı da sayarsak sessizlik sadece bir hayaldi.
Benimki gibi bir evde yaşıyorsanız, her şeyden önce mülkiyet denilen kavramdan vazgeçmeniz gerekiyor. Evde kendime ait dediğim bir köşe yok, bana ait eşyalar var gibi duruyor ama ortak kullanıma açık ve benim buna karşı gelmeye hakkım yok. Her şeyi bırakın, ebeveynlerimin öğrettiği fikirlerin dışında bir fikre sahip olmak, dillendirmek bile demiyorum, benim uzun süre boyunca bilmediğim bir şeydi. Evden, bazen gerçekten nefret ediyorum. Mesela bu satırları yazarken annem arkada babamdan ve akrabalarından başlayıp ben ve kardeşlerime de dokundurdu ve nihayetinde o ünlü bedduayı yapıp kapattı :”Allah canımı alsın da kurtulayım.” Ben ne yaptım? Bense kulaklık taktım şarkıyı son sese verdim ve okuyorsunuz. Annemi anlıyor muyum? Onun iddiasına göre asla anlayamayacakmışım. Ne bileyim, çabalıyorum. Yani, sanırım onu anlamaya çalışmayı bıraktım , sebebini şimdi yazmaya niyetli değilim, ama annemin bu kadar kırgın ve kızgın olmasını anlıyorum. Benim suçum, kardeşlerimin suçu ve babamın suçu. Özellikle babamın suçu. Mutsuz bir evlilik ve birbirini yiyen iki ebeveyn. Ben olmaya hoş geldiniz!
Annemin ve babamın birbirlerini ne kadar yıprattığını nasıl anlatırım bilmiyorum ki? Birbirlerini yıpratan insanlar olarak neden birbirlerini atmadıklarını da anlamıyorum. Çocuklar için… Çocuklar içinmiş. Ben kendimi bildim bileli boşanın diyorum, çocuklar için ama çocuklara göre değil. Ne oldu, onlar ayrılmayınca? Bizim bütün anılarımız öfke, üzüntü, gözyaşı, bağırma, kin ve mutsuzluk doldu. Ben mutlu olmayı bilmiyorum. Ne kadar acı. Ben üzülmeyi biliyorum. Korkmayı biliyorum, şaşırmayı biliyorum, sevmeyi bile içinde biraz nefret olmadan bilmiyorum. Ben suçlamayı biliyorum, affetmeyi değil. Ben ağlamayı biliyorum, gülmeyi değil. Ben susturmayı biliyorum, onarmayı değil. Ben özür dilemeyi biliyorum, sonlandırmayı değil. Ben mutsuz bir evliliğin verdiği acı bir meyveyim.
Bazen, diyorum, keşke ayrılsalardı. Elimde bir şans olsa da geçmişe gidebilsem anne ve babamın evlenmesine mani olur muydum? Bir yanım olmaz diyor ama bunu gerçekten düşününce yok olacağımı bilsem de evlenmelerine engel olurdum. Çünkü bu evliliği yok etmek bu kadar kavgayı, gürültüyü, üzüntüyü, yıkımı yok etmek olurdu. Anneme veya babama baktığımda hasarlı insanlar görmemiş olurdum. Kim bilir belki yok olmak, var olmak kadar acılı da değildir.
Böyle zamanlarda aşk denilen şeyi de sorguluyor insan. Birbirini yıpratmadan yaşamak mümkün müdür ya? Ne bileyim, ağlamadan yaşamak garip geliyor kulağıma. Yurtta kaldığım 2-3 aylık süre içerisinde nedensizce hüzünlenmek nedeni belli bir mutluluktan daha çok yaşadığım bir şeydi. Bunların hepsi mutsuz bir evlilikten kaynaklanıyor olamaz elbette, lakin hayatımın 17-18 senesini geçirdiğim ve dışarı çıkmama bile izin verilmeyen bir evde- son 2-3 yıl hariç- büyüyen biri olarak ben, ne aşka, ne evliliğe, ne de insanların birbirini daha iyiye götürebileceğine inanıyorum. Ben sadece annemin hıçkırıklarının arasında sildiğim gözyaşlarına inanıyorum. Keşke, keşke demek gerekmeseydi.