“Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”

Ece AYHAN

Dünya üzerinde, derinlemesine incelenmeye yeltenilmesi dahi sansasyonel tartışmalara yol açan belli başlı birkaç konudan biri, sanıyorum ki ebeveyn kavramı ve akabinde ebeveyn-çocuk alakası olmalıdır. Birçok kültürde yerleşmiş olan büyüğe saygı kavramı ve insan psikolojisinde mevcut olan kendisine gösterilen ilgiye duyulan istemsiz minnet duygusu, bu konunun tabulaşmasına ve arka planda ne olup bittiğiyle cesurca yüzleşilmesine engel olmuştur. Muhtemelen bu yazıyı okurken dahi, birçoğu saygısızlık sınırlarına ulaşmak üzere olduğum telaşına kapılarak anlatmak istediğimi anlamaktan uzaklaşacaklardır.

Nitekim bu konu, elektron mikroskobuyla en küçük zerresine kadar incelenmelidir ki birçok temel sorunun kaynağı olarak hüküm giyen diğer malayani sebepler temize çıkabilsin.

İçinde bulunduğumuz ana gelene dek, bu taşın altına elini sokmuş ve göreceli olarak o taşın altında ezilmiş ya da o taşı kaldırmış çok az kişi vardır. Albert Camus, Freud, Schopenhauer bu konu hakkında, trafiğin akışına ters yönde kelam edebilmiş radikal isimlerden birkaçıdır. Bahsedecek olduğum isim ise bu tutumunu, nişane haline gelecek bir politik tutum sergiler gibi değil de, içine doğru bir serzenişte bulunur gibi anlatan Kafka’dır.

İneceğimiz durağa gelmeden önce hızlıca göz gezdirmemiz gereken asıl mevzu, ebeveynliğin ne olduğu ve aynı ebeveynliğin kişi üzerinde ne gibi etkileri olduğudur. Anne ve baba, sadece iyiyle ve iyi olanla özdeşleştirilmiş, ne olursa olsun iyi ve güzel olanın muhitinde konaklatılmış iki kavram. Fakat nihayetinde onlar da birer kavramdır ve her kavram gibi zıt, ters, uyumsuz niteliklerin bütünlüğünden oluşmaktadırlar. Siz nereden bakmayı tercih ederseniz oradan görürsünüz yalnızca. Peki aranızda hiç bu meselede bir tuhaflık olduğunu sezen olmadı mı? Örneğin dünya üzerinde her gün, bilinen ve bilinmeyen milyonlarca suç işleniyor ve bu suçları işleyenlerin bir kısmı illa ki aynı zamanda ya bir anne ya bir baba oluyor. Bir baba veya annenin de suç işleyebilmesi bu kadar olağanken, çünkü rasyonel açıdan baktığımızda onlar da yalnızca birer insanken, neden bir ebeveyn kutsallaşarak dokunulmazlık elde eder toplumun gözünde? Muhtemelen umduğumuzun hayalini, var olan gerçekliğin yerine koymak çok daha kolay geldiği için olacak. Dolayısıyla, oturmuş toplumsal normların katkısıyla ortaya çıkan bu dokunulmazlık, çoğunlukla kırılamaz. Peki ya bundan kim zarar görür?

İşte şimdi durağımıza geldik. Birçok örneklemenin yapılabileceği bu konuda bizim durağımız Kafka’nın ‘Babaya Mektup‘ adlı eseri. Yazarla münasebeti olanlar bilir. ‘Babaya Mektup‘ biraz da diğer kitapların satır aralarını okumaya yardımcı olan bir otobiyografik göndermedir. Çünkü asıl mektup, gönderilmesi gereken yere hiçbir zaman gönderilmemiştir. Bir metafor olarak bakıldığında aslında bu çok manidardır. Çünkü içinde bulunduğumuz dünya gerçekliğinde de o mektuplar, yani çocuklar anne ve babalarına hiç ulaşamazlar. Ebeveyn çocuğa ulaşmak ister ve ilişki bunun üzerine inşa edilir. Üstelik bunda hiçbir sakınca da görülmez, ne de olsa küçük olan korunup kollanmaya ve hayatını idame ettirecek gerekli donanımı edinme yollarının öğretilmesine muhtaçtır. Bu mecburiyeti kendisine bağlayan insan, bir noktadan sonra ipin ucunun nereden geldiğini unutur ve çocuğunu sahiplenmeye başlar. Halbuki ne güzel söyler sevgili Hepburn;

“İnsan insana ait olamaz.”

Efendim, bu öyle bir süreç ki zamanında bunun üzerine kafa patlatan çoğu kişi de başa gelip deneyimlediğinde eleştirdiği çarka giriyor. Ama kimi zaman da, Kafka da olduğu gibi, çocuk, bu gerçeğin aklına mıhlanmasına engel olamıyor. Sonrasında tüm gerçekliğini etkileyeceğini bilse bile üstelik. Babaya Mektup; alışılan düzende dönmemiş, daha doğrusu döner gibi yapıldığı gerçeğinin saklanamadığı bir  ebeveyn çocuk ilişkisinin muntazam bir örneğidir. Kafka’nın bu mektubu iki haftalık bir süreçte yazdığı söylense de bu mektup çok daha önceden yazılmıştı belki de. Hatta Franz ve Hermann Kafka’dan çok daha önce; karanlık çağların derinliklerine, insanın derinliklerine uzandığınızda yazılı olduğunu görebileceksiniz belki de.

Yanlış anlaşılmaması gereken bir konu var. Sevgi, sevgi bu olayın kilit noktalarından biri gibi gözükse de bu aslında şartlı bir reflekstir. Sevginin yetmediği, daha doğrusu sevginin bir parametre olmadığı bu durumu incelerken göz önünde bulundurmanız gereken şey aşılamayan duvarın pürüzlerine dokunmamız gerektiğidir. Kafka’nı yazdığı mektupla yaptığı da bundan fazlası olmamıştır. Olmasına da gerek yoktur zannımca. Bu yüzdendir ki babasını suçlamaz bile Kafka;

“Her halükârda biz öylesine farklı ve bu farklılığımızla birbirimiz için öylesine tehlikeliydik ki, benim, yani yavaş yavaş gelişmekte olan çocuğun, seninle, gelişimini tamamlamış erkekle nasıl bir ilişki içinde olacağı önceden hesaplanabilseydi eğer, beni, geriye benden hiçbir şey bırakmayacak şekilde ezip geçeceğin düşünülebilirdi. Evet, bu gerçekleşmedi, canlı olan hesaplanamaz çünkü, ama belki de daha kötüsü gerçekleşti. Ama bunu söylerken, sana asla en ufak bir suç yüklemediğimi unutmamanı yeniden rica ediyorum. Üzerimde yarattığın etkiden kaçınman elinde değildi, yalnız bu etkiye yenik düşmüş olmamı, benim kötü niyetime bağlamaktan vazgeçmelisin.”

Franz Kafka yalnızca aynı tavrı babasından da bekler; sonra bakar ve anlarsınız ki aslında bu kadarını bile beklememiştir; çünkü mektup hiç Hermann Kafka’ya ulaşmamıştır. Kimilerine göre Kafka’nın silikliğine ve korkaklığına delalet ettiği düşünülen bu durum, sadece bir vazgeçişten ibaret de olabilir.

Tüm çelişkilerine, sert çatışmalarına ve vurucu tespitlerine rağmen ve aynı zaman da onlardan dolayı, ‘Babaya Mektup’; ebeveyn çocuk ilişkisinin susma yemini ettirilmiş karanlık kısmına indirilmiş zarif bir darbedir. Okuyunuz, güzelleşiniz efendim.

Leave a Reply