Annelerin çok kızdığı, çarçabuk dağınıklığından kurtulmaya ahdettiği kağıt, bilet, resim, poster gibi küçük fakat hatırası bakımından büyük “şeyler” biriktirmeye mi meraklısınız? Çocuksu bir merak ve heves içinde vaktiyle tasoları, çikletlerden çıkan karikatürleri, futbolcu kartlarını, şekilli taşları, gazoz kapaklarını biriktiren nesiller şimdilerde kaybolsa da dünün küçükleri bugün yetişkin olarak bir şeyler biriktirmeye devam ediyor. Pahalı antika eserler değil kast ettiğim, veya bir okurun kütüphane kurma telaşı da değil, başkalarınca önemsiz görülecek ayrıntısı ve değeri koleksiyoncusu ile mevcut bir “şeyler” koleksiyonu. Yüzeysel bir bakış açısıyla çöp yığını olarak yaftalanacak bu eşyaları tanımlarken onlara söyleniş olarak bir büyülü hava kazandıran kelime var: Efemera. Efemera, önceden kitap harici basılı kağıtları nitelerken bugün daha geniş bir anlamda kullanılıyor. Gökhan Akçura’nın deyimiyle; müzayede evlerinde satışa çıkan tablolar, mücevherler, porselenler vb. “değerli” eşyaların dışında kalan her şeye efemera deniyor. Değersizmiş gibi görünen eşyaların bir insanın kişisel hayatında muazzam değerler bulması büyü değil de nedir? Şeyler de insanla beraber mana buluyor. Siz de bir efemera koleksiyoncusu iseniz efemerist yada efemera uzmanısınız demektir.
Hece Dergisi de Ekim sayısında dosya konusu olarak efemerayı seçmiş. Dergi; Ivır Zıvır Tarihi’nin yazarı Gökhan Akçura ile röportaj; Çöplük oyunuyla zamanında birçok ödül almış Turgay Nar’dan, Efemara’yı bir hastalık olarak nitelendiren Hasan Bozdaş’tan ve birçok şahsın kaleminden konu ile alakalı ilgi uyandırıcı yazılar barındırıyor. Her bakımdan bir cumartesine güzellik katacak kadar dolu bir içerik vaat ediyor. Hayriye Ünal giriş yazısında çok önemli bir noktaya temas ediyor, “Efemeristin temel hareket noktası: Tarihin yarısı kütüphane raflarındaysa diğer yarısı çöp kutusundadır.” İşlemeli bir kutuya sığacak kadar küçük veya bir apartman dairesini “çöp ev”e çevirebilecek kadar büyük yığınlar aslında koleksiyonerin kişisel bakış açısıyla tarihe not düşüyor. Biriktirilen şeyler kendi şahsi tarihimize dair güzel hatıralara denk gelirken, diğer bir yandan da geçmişin kitaplarda yer bulamayacak kadar sıradan ayrıntılarına ışık tutuyor.
Çöp evler deyince akıllara çöp yığınları içinde ölü bulunan yalnız ve ihtiyar insanlarımızın gelmesi kaçınılmaz. Efemera soylu bir hastalık olarak tarif edilse de eser miktar da hüzün barındırır. Bir şeyler biriktirmedeki temel içgüdü ayrı düştüğümüz insanların anısına sadakat olabilir. Ölümlerin, kayıpların, ayrılıkların ardından – iyi kötü – güzel anıların hatırasını korumak, sevdiğimiz insanların yokluğunda yaşama yalnız başına tahammül edebilme uğraşı da denebilir efemera için. Bir manada “tutamak” vazifesi görüyor bazılarımızın hayatında.
İhtiyarların haricinde, bu işin erbapları şüphesiz çocuklar. Tutkuyla biriktirilen tasolar, bilyeler, kibrit kutuları, Bilim Çocuk kartları ve daha başka akla gelebilecek ne varsa bir merak ve yarış içerisinde biriktirmeye başlarlar. Biraz büyüyüp iş güç telaşına kapılınca ya da oradan oraya taşınmalar sırasında toplanılan eşyalar ile birlikte bu alışkanlıklar da kaybolur. Yalnızca bazıları bu hevesi koruyabilirler.
Yetişkinler arasında ise erkeklere nazaran kadınların eşyanın hatırasının kıymetini daha çok bildikleri, onları koruyup sakladıkları – istisnaları dikkate alarak – rahatlıkla ifade edilebilir. Özellikle çocukluk günlerinden kalan mendil, peçete koleksiyonları, oyuncak bebekler, fotoğraflar, sevgililerin hediyeleri, birlikte gidilen ilk filmin, oyunun biletleri ve daha niceleri ince bir ruhla güzel kutularda yer bulur. Bu eşyaların bazıları küçük tebessümlere, bazıları göz yaşlarına sebep olur ama yine de vazgeçilmez, atılmaz. Sevgililerin hatırasından bahsedince Masumiyet Müzesi geliyor akla. Orhan Pamuk tarafından altı yıllık bir süre zarfında, dünyanın çeşitli yerlerinde müze gezerek, bilgi toplayarak yazılan bu roman aslında efemera alışkanlığını çok iyi örneklendirir.
Okurların kitabın içindeki bileti kullanarak Çukurcuma’daki müzesini de ziyaret edebilecekleri romanda, Kemal Basmacı adlı karakterin bir aşkın tarihini büyük küçük ayrıntılarıyla bir müzeye sığdırma çabasının hikayesi anlatılır. İstanbullu zengin çocuğu Kemal’in nişanlı olduğu sırada tanışıp aşık olduğu, uzak bir akrabalarının kızı Füsun’la yaşadıkları, yetmişli seksenli yıllara denk gelir. Ülke siyaseti için hayli karışık bu dönemle ilgili ideolojik tafsilata girmeden, şehrin ve sosyete insanının o zamanki hali, yaşayışı, zevkleri bu aşk romanın arka fonunda yer alır. Füsun’a olan sevgisinin ızdırabında bir çıkış yolu arayan Kemal, ilk başta ilişkilerin ilk dönemini geçirdikleri apartman dairesinde eşyaları biriktirmeye başlar. Eşyalardan kasıt her şey olabilir: Füsun’un ilk yakınlaştıkları gün taktığı küpeler, Füsun tarafından zarif bir şekilde söndürülmüş sayısı binleri geçen izmarit, Füsun’ların evindeki televizyonun üzerinde duran porselen köpek heykeli, birlikte yemek yedikleri masadaki tuzluk takımı, beraber gittikleri filmlerin afişi, Füsun’un kullandığı Le Soleil Noir kokusunun şisesi, mutfaktan aşırılmış ayva rendesi vs. Kemal, yıllar içinde ona Füsun’u hatırlatacak irili ufaklı binlerce, efemara olarak adlandırılabilecek eşya biriktirmiş ve nihayetinde bir müze oluşturmuştur.
Kitap, “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” cümlesi ile başlar, “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” diye biter. Oysa okurda uyandırdığı izlenim, yaşattığı his yoğunluğu bambaşka bir yöndedir. Daha ilk sayfalarda belirginleşen, geçmişi hüzünle fakat gülümseyerek hatırlama çabası, okuyucuda kitaba bağlanmak ve kitabı bırakmak ihtiyacını aynı anda hissettiriyor. Usta yazar sayfalarda başlayıp, müze koridorlarında ve okurun iç dünyasında yaşamaya devam edecek bir hikaye kaleme almış. Üstelik kişinin eşyaya kattığı o büyülü değeri en iyi şekilde betimlemeyi başarmış. Konu bu olunca yazar müzelere, koleksiyonerlere dair de faydalı bilgiler ekliyor ve biraz da cesaret veriyor biriktirene:
“Dünya seyahatlerinde ve İstanbul’daki deneyimlerimde yıllar boyunca şunu gördüm. İki tür koleksiyoncu vardır: 1. Koleksiyonuyla gururlanıp onu teşhir etmek isteyen Mağrurlar (Genellikle Batı medeniyetinden çıkar.) 2. Toplayıp biriktirdiklerini bir kenarda gizleyen Utangaçlar ( Modernlik dışı bir durum)” s.556
Elbette biriktirdiklerimizi sergilemek zorunda değiliz, ancak yaptığımız şeyin utanılacak bir şey olmadığını, güzel bir uğraşla eskinin güzelliklerini bugüne taşıdığımızın farkında olmamız yeterli olacaktır. Annelerin “ne işi yarayacak” sorusuna arzu ettiği cevabı veremeyeceğiz yine ama bir işe yaramaktan ziyade bizim için değerli olması önemli, öyle değil mi?
Kaynaklar:
Hece, Ekim 2015, 19-226, Ankara
Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 2008, İstanbul
Görseller:
http://shareof.me/data/_shares/4007/slides/14136
https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/736x/d7/3e/92/d73e9296cf8a774deadf01355cb30f28.jpg
mustafa eren
Tebrikler Nurettin.