Geçenlerde sevgili arkadaşım Refika Arıtürk, yazımın sonunda linkini bulabileceğiniz o güzel yazısında kaleme aldığı romana dair düşüncesini “Bir kitabı, bir hikâyeyi sevmek ve güzel bulmak için; onun ille de yüzyılın eseri olması gerekmiyor,” ifadesi ile aktarmıştı. Düşündüm, bugüne kadar yazılarımda hep kalbime taht kurmuş, beni çok etkileyen eserlerden bahsettiğimi fark ettim, belki de güvendiğim sınırlar içinde kalmayı tercih ettim. Isınamadığım filmleri yarıda bıraktım, alışamadığım kitapları kendime sakladım, paylaşmadım. Ancak bugün o güvenli çatının dışında çıkıp Refika’ya uyacağım ve beni yoran, bana ağır gelen, beni sınayan, zorlayan ama yine de sevdiğim bir filmden bahsedeceğim. Sen Aydınlatırsın Geceyi, herkesin sevebileceği, etkilenebileceği, ortak bir çatı altında tartışabileceğimiz bir film değil belki ancak yüzyılın eserini aramaya gerek olmadığını fark ettim. Film, benim için bir vazgeçilmez olmadı, ama bir türlü de aklımdan çıkaramadım. Aklımdan çıkaramadığıma kalemim bir sonuç verir belki diye yazdım ben de.

Sen Aydınlatırsın Geceyi, oldukça karamsar bir film, siyah beyaz ama daha çok siyah. Daha ilk sahnelerde kapana kısılmışlık hissi, bir şeylerin doğru gitmeyeceğine dair bir bunaltı izleyiciyi sarıyor. Ana karakter Cemal’in müthiş bir soğukkanlılıkla beklenmeyen bir sahne akışı içinde bileklerini kesişi ile izleyici bu dev endişe çukurunun içine çekiliyor. Filmin başında gösterilen Euripides alıntısı: “İnsan endişeden yaratılmıştır,” tam da burada anlam kazanmaya başlıyor. Doktoru Cemal’e “Aşacağız bunları birlikte, konuşa konuşa aşacağız” diyor ama ne Cemal ne diğer karakterler aşamıyor “bunları,” konuşa konuşa çözülmüyor dertler. Ve olması gerektiği gibi gitmiyor hiçbir şey. Hayat gibi, biz gibi. Tam bir şeyler yoluna girdi derken, frene tam gaz basıp ağaca tosluyor hikaye, arabasız kalan izleyici, yola yayan devam ediyor böylece, çok yoruluyor, çok şaşırıyor ve yeni bir araç, yeni bir yol bulamıyor kendine.

Çok güçlü imgeler, göndermeler, metaforlar saklı bazı sahnelerde. Toplumsal sorunlara eleştiriler, “ortak endişeler,” absürt, abartılı olaylar ile ele alındığından belki, hem göze batıyor hem batmıyor. Bu abartı, izleyiciyi bazen çok zorluyor, en azından beni zorladı diyebilirim ancak Leyla ile Mecnun sevenler için çok yeni bir tarz olduğunu söyleyemem bu abartının, kopukluğun ve sınırsızlığın. Ancak Leyla ile Mecnun’da izleyici kendini kurgunun içinde bulabiliyor ve ortak bir mizah anlayışı, hayat algısı altında toplanabiliyordu. Sen Aydınlatırsın Geceyi’de ise her karakter gibi izleyici de yalnız, ne dışına çıkabiliyor kurgunun ne de içinde kendine bir yer edinebiliyor, bir nevi Araf işte.

Akhisar’da geçen bu kasaba filminde, kasabalılardan her birinin olağanüstü güçleri var. Cemal, nesnelerin içinden geçebiliyor, ilkokul öğretmeni görünmez olabiliyor, arkadaşlarından biri parmakları ile ateş edebiliyor, fabrika sahibi ölümsüz, karısı nesneleri hareket ettirebiliyor, kitapçı kız ise elleri ile zamanı durdurabiliyor. Ancak bu süper güçlere sahip insanların hepsi sıradan bir “kasabalı” ve bu güçler kimseye yabancı, farklı gelmiyor. Farklılıkları, endişelerinin altında ezilmiş, bir nevi yontulmuş. Ne bir soruna çözüm getirebiliyorlar, ne de kendilerine yararları dokunuyor. Kasabalılar, böyle güçlere sahip olmasalar hayatları yine aynı devinim içinde olacaktı yani. Filme dair beni en çok sarsan, etkileyen gönderme tam olarak bu sanırım. Herkesin anlamsız bir yarış içinde olduğu, insan olmanın getirdiği endişelerin peşimizi bırakmadığı nereye koştuğumuzu bile unuttuğumuz bu koşuşturma içinde, farklılıklarımızın, bize has özelliklerin kaybolup gidişini ve hiçbir işe yaramadığını fark etmek.

Süper güçler bir yana filmde kullanılan olağanüstülük ve sınır tanımamazlık, dil ile bütünleştirildiği sahnelerde izlemesi çok keyifli bir hal alıyor aslında. Sürgün edildiği kasabada aidiyet duygusunu kaybetmiş, insanlarını sevmediği bu kasabada sıkışıp kalmış doktorun gerçekten de “kan ağlaması”, Cemal ile karısı Yasemin’in aşkı fark ettikleri çay bahçesi sahnesinde mutluluktan “gerçekten” uçmaları gibi.

sen3

Senaryo doğrultusunda oyuncu seçimi de oldukça başarılı, olabileceğin en iyisi denebilir. Ali Atay önceden de hayran olduğum bir oyuncuydu fakat burada bir başkaydı sanki, denesem de Cemal karakterini onun kadar başarılı yansıtabilecek birini hayal bile edemiyorum. “Mecnun” karakteri olarak uzun zaman göz ve beğeni aşinalığım olmasına rağmen ben burada tamamen farklı birini izledim, Ali Atay ile bir daha tanıştım. Uzun süreler dahilinde, popülerliği yakalamış yapımların ardından oyuncuların izleyicinin kalıplaştırdığı karakterleri yıkıp yeni bir projede yeni bir karaktere inandırması bence oldukça zor bir olay ancak Ali Atay, Cemal’e gerçekten “hayat” kazandırmış.

Filme dair en etkileyici detaylardan biri, birçok sahnede karşımıza çıkan fon müziği. Daha önceden “Caramel” filminde kullanılmış bir şarkı. Caramel’i izlemedim ancak şarkının Sen Aydınlatırsın Geceyi’den başka bir filmle bu kadar bütünleşmiş olabileceğini tahmin etmiyorum. İzleyenler, dinleyenler bana hak verecektir. Racha Riszk’in o kadife sesinden “Mreyte ya Mreyte”, çaldığı her sahnede tüyleri diken diken ediyor, müthiş bir gizem hissi ile tuhaf bir bilinmezlik sarıyor izleyiciyi. Arapça olan şarkının sözlerinin bilinmez oluşu kadar, başından sonuna hiçbir ton, ses değişimine elvermemesi, hızlanmadan müthiş bir sakinlik içerisinde devam etmesi onu bu kadar büyüleyici yapıyor. Filmde hem karakterlerin hem izleyicinin arafını yansıtan, endişe ve gizemin, umuda baskın geldiği hüzünlü bir şarkı Mreyte ya Mreyte. Filmdeki mistik detaylara çok yakışıyor, film bittikten günler sonra dahi defalarca dinleme hissi uyandırıyor.

Ekran Resmi 2017-04-14 13.36.31

Sen Aydınlatırsın Geceyi, Cevat Çapan’ın Shakespeare’in eserlerini derlediği bir kitap aslında, film de adını buradan alıyor. Çok sevdiği karısını kafasından atamadığı “kuşku” ile döven Cemal, çareyi Shakespeare’e sığınmakta buluyor:

yarayla alay eder yaralanmamış olan

bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederden

sen ondan çok daha parlaksın, çünkü

sen! tüm göklerin en güzel yıldızlarının ilki!

sen! sen aydınlatırsın geceyi

Varoluşsal sorgulamaların, bunalımın, derdin, kafa karışıklığının asla bitmediği bir film, Sen Aydınlatırsın Geceyi. Belki de izleyiciyi en çok sınayan özelliği de bu. Annesi ve kardeşlerini bir yangında kaybeden ve o günden beri kendi tabiri ile “iyi olmayan” Cemal, Akhisar’daki diğer kasabalılar gibi hayatına devam edemiyor, sorgulamalar, buhranlar peşini bırakmıyor.

“Geçen kuşu vurdun ya sen, o kuş hani vardı da, yok ya artık. annemler de yok. kardeşlerim. vardılar da hep, yoklar ya şimdi? biz buradayız. biz olmasaydık, ne olacaktı? ne olacaktı o zaman? olmasaydık ne olacaktı?”

Ekran Resmi 2017-04-14 13.39.33

Film hiç tahmin edemeyeceğim bir şekilde beni çok etkileyen, gene olağanüstü bir kurguda sonlanıyor. Cemal, doktoru ile olan seanslardan birinde kafasında hep bir tekerleğin döndüğünü ve tekerleği durduramadığından yakınıyor. Cemal, çoğu zaman düşüncelerine çoğu zaman da dışarıda yaşanılan haksızlıklara, üzüntülere tahammül edemiyor aslında, akıp giden zamana asla uyum sağlayamıyor, çünkü zaman ona yalnızca hüzün ve “endişe” getiriyor. Son sahnede, kendisini terk eden karısının uçakta olduğunu öğrenen Cemal, zamanı durdurma gücü olan kitap satıcısı kızın ellerini kesiyor ve zamanı durduruyor, kesik eller ceplerinde havada asılı kalmış uçağa uçmak istiyor, Yasemin ile doktorunun vermiş olduğu ilaçları içtiği zaman çay bahçesinde uçtukları gibi uçmak için içiyor elindeki hapları ancak uçamıyor, gidemiyor Yasemin’e. Çaresizlik içinde kesik ellerle zamanı tekrar devam ettirmek istiyor, ama zaman devam etmiyor. Bütün dünya duruyor, insanlar, hayvanlar, bitkiler, doğmakta olan güneş, dev bir sessizlik, dal kıpırdamıyor. Cemal kafasındaki tekerleği sonunda durduruyor ancak dünyasıyla birlikte. Ve havada asılı uçağın içinde canından çok sevdiği karısı ile dertlerinin çözümü, bitmek bilmeyen endişesinin sonu da asılı kalıyor, doktorunun dediği gibi aşılamıyor öyle dertler, ne konuşa konuşa, ne de durunca bütün dünya.

Refika’nın o güzel yazısı için: http://gazetebilkent.com/2017/04/04/muptela-olmaktan-muptezel-olmaya/

 

Leave a Reply

2 comments

  1. Zuhal Çetinkanat

    Yine muhteşem bir yazı..
    Okurken adeta filmi yaşadım tesekkur ederim
    ????
    (Rasha Risky(umarım doğru yazdım) sayende tanıdım hos bir ses)

  2. Haydar Korukluoğlu

    Yazının muhteşemliği bir yana , ölü gözüyle bakılan Türk Sinemacılığını böyle kaleme alarak, bizi çocukluk günlerinin özlediğimiz Türk Sinema Sanatına çekişi de bir yana ; Elinize sağlık, kaleminize kuvvet, yüreğinizden sanat sevgi gücünün hiç azalmaması dileğiyle, nice yazılara …………Teşekkürler.