Ortalığı bir “Black Mirror” çılgınlığı almış giderken, ben aradığımı gene mis kokulu sayfalarda buldum. Herkesin distopyası kendine sanırım. “Hikayede Büyük Boşluklar Var” da Hakan Bıçakçı’nın büyük şehir kaosuna ayak uydurmaya çalışan bireylerin psikolojik çıkmazlarını kimi zaman gerçek üstü detaylar ile anlatan distopyalarından oluşan bir kitap. Küçük küçük öykülerle, bunalmış, şaşırmış, yolunu kaybetmiş hayatlardan birkaç dakikalık, birkaç saatlik kesitlerle karşılaşıyor okuyucu sayfaların arasında. Hikayelerin ortak paydası da hem bir yerlerden tanıdık gelmeleri hem de “beklenmedik” olay örgüleri sanırım. 21. yüzyıl “dertlerimizi” Hakan Bıçakçı’nın kaos senaryolarından, mantık çerçevesine oturtamadığımız şaşkın kurgularından dinlemek belki bize daha iyi gelecektir, zaten düşününce, şu yaşadıklarımızı hangi mantık kabul ediyor?
Kitaptaki zaman kurgusu bugünü ele aldığı için öykülerin, okuyucunun hayalindeki tasavvuru çok daha kolay oluyor. Mekanlar, yaşanmışlıklar, sohbetler hep tanıdık. Ortak ve güncel detaylara davet ediyor öyküler okuyucuyu, “Candy Crush”ı, metrobüsü, sosyal medyayı gören hemencecik alışıyor kurguya. Bu tanıdık öyküler, herhangi bir öykü gibi başlıyor önce, olay örgüsü içinde bir anda sıradanlaşıyor ve okuyucu daha ne olduğunu anlayıp şaşırmaya bile fırsat bulamadan bitiyor. Başta kendini öyküye yakın hisseden okuyucu, kendini bambaşka ihtimallerin içinde buluveriyor bitiminde. Kuşkusuz Bıçakçı, bilinçli bir şok yaratmak istemiş okuyucuda, bir nevi soğuk su etkisi.
Dünyanın En Çok Yanlışlıkla Fotoğrafı Çekilen İnsanı gibi bir yandan merak uyandıran, bir yandan da gülümseten başlıklar, içerikler kullanılmış bolca. Okurken fark ediyor insan, başlıkların yarattığı merak asla sizi hayal kırıklığına uğratmıyor. Çünkü her distopya kadar Bıçakçı’nınkiler de bir o kadar alışılmadık, tabiri caizse “sürreal”. Kimin aklına gelir ki dediğimiz her detay onun aklına gelmiş belli ki. Okunduktan sonra bile aklı meşgul ediyor, insanı okuduğunu başkaları ile paylaşmaya, hemencecik kitabı başkasının eline tutuşturup okutmaya itiyor bu sürreal senaryolar.
Her hikaye birbirinden çok farklı hayatları, çoğu zaman traji-komik detayları ile ele alıyor. 21. yüzyıl bireylerinin çıkmazları, sanki biraz da alaycı bir dille aktarılıyor. Kurgu distopyalar üzerine olunca, ayrılmaya bir türlü cesaret edemediği sevgilisinden metroya onsuz binerek ayrılmış olan ve böylece yeni bir hayata başlayan bir kız, filme girmeden önce kahve içerek vakit öldüren bir kadının zorla falına bakan ve kadının gideceği filmin sonunu söylediği sonradan fark edilen bir falcı okuyucunun zihnine misafir oluyor.
“Hikayede Büyük Boşluklar Var” ama Bıçakçı’nın anlatmak istediğini gören için boşluk söz konusu değil bence. Sürreal kurguların içine sakladığı toplumsal eleştirileri, her hikayeyi ilk göründüğü halinden çok daha anlamlı kılıyor bence. Bir öyküsünde, Ankara’nın her yerinde aynı çehrede bir adamı farklı kıyafet ve pozisyonlarda gören ve bunda bir anlam arayan kafası karışmış bir adama verilmiş cevapta bile saklı eleştiriler bunlar.
Ankara’dan dolayı..Aynı binaların, aynı sokakların, aynı mağazaların, aynı restoran ve kafelerin, aynı komik saat kulelerinin arasında sonunda onlar da aynılaşmaya başlamışlardı.
Her paragrafı aynı cümle ile, “Ömrümün en güzel yılları metrobüste Candy Crush oynayarak geçti,” diye başlayan bıkkınlık dolu bir öykü de mevcut bu kitapta. Samimi tarzı, günlük yazım dili ve anlatılmak istenilen “bıkkınlığın” doğallığı ile, okurken gülümseten bir öykü, “Metrobüste Candy Crush”. Traji-komik dediğim kadar var işte, her gün evine gidip gelirken kullandığı toplu taşımada, oyun oynarken kendisini terk eden sevgilisini düşünen, düşündükçe insanlığa, en çok da toplu taşımaya hırslanan bir kadın, güldürüyor zaman mekan dinlemeyen düşünceleri ile.
Gülümseten, içten içe güldürenler bir yana, kitaptaki bazı hikayeler çok karanlık, barındırdıkları çıkmazlar da gerçekten çıkmaz. Gri şehirlerde, büyük binalar arasında yaşamaya çalışırken boğulan bir adamın farkındalığını anlatan şu soğuk, çarpıcı itiraf gibi: “Kussam rengarenk konfetiler saçılacak gibi ağzımdan”.
Hiçbiri bitmesin, bir iki sayfa daha okuyayım isterdim, yani o kadar beğendim ben bu birbirinden farklı kısa kesitleri. Ancak kitapta beni en çok etkileyen hikaye, diğerlerinden bir tık farklıydı sanki. Diğerlerindeki “nükte” unsuru burada noksandı, zaten biraz da tüyler ürpertici birkaç sayfaydı. Hikayede, evden çıkması ile sokaktaki, dükkanlardaki, araçlardaki insanların aynı anda ağladığını fark eden ve kendisini anlam veremediği bir toplumsal buhranın içinde bulan bir adam, bu olanlara bir sebep bulmaya, anlam yüklemeye çalışıyordu. Ancak “büyük bir felaket” bir toplumdaki bütün bireyleri yeknesak bir acıya sürükleyebilir, aynı anda göz yaşı döktürebilir diye düşünüyor ama böyle bir felaketin o an söz konusu bile olmaması, onu daha çok ürkütüyordu. Çevresinde olup bitenlerin nedenini bir türlü bulamayan adam, hikayenin sonunda bir vitrin camında ağlamaktan dağılmış suratıyla karşılaşınca ise evden çıktığından beri ağlamakta olduğunu yeni fark ediyordu.
İnsanların aynı anda ağlamalarından daha acayip olan, bir yandan ağlayıp bir yandan gündelik hayatlarına,işlerine devam etmeleriydi. Çünkü bu mantıklı bir açıklama için kramplar içinde kıvranan zihnimin “Büyük bir felaket olmuş olmalı” düşüncesini geçersiz kılıyordu.
Büyük felaketlerin olduğu ve zihnimizin mantıklı bir açıklama için kramplar içinde kıvrandığı şu günlerde ıslanan yanaklarımızı fark etmeden birlikte ağlıyoruz, yazık ki vitrine bile ihtiyacımız olmuyor. Yazının başında da dediğim gibi, herkesin distopyası kendine sanırım..
Kaynakça
Yazıda yer alan fotoğraf: http://www.iletisim.com.tr/kitap/hikâyede-buyuk-bosluklar-var/9152#.WFRXHFd2m5w
https://www.idefix.com/Yazar/hakan-bicakci/s=11140
Kapak fotoğrafı: http://ofpof.com/keyif/hossein-zare-imzali-inanilmaz-gorsellikteki-surreal-fotograflar
Metin Kara
Hikayede büyük boşluklar var irdelemesi, yeni bir hikaye çıkarmış. Anlatım tarzı tepe dokunuşlar, farklı bakış açısı ve anlatım tarzı, hakikaten tarz. Gelecegin yazarına selam olsun.