İki birbirinden başarılı ve adını edebiyat sayfalarına kazımış şair… Şiirlerinde temaları hem birbirine o kadar yakın hem de birbirinden o kadar uzak ki, anlatacak sözcükleri seçmek neredeyse imkansız. Gecenin karanlığına gizlenmiş ve oradan hayatın sonunu şiirleriyle bekleyen Ahmet Haşim ve hayata sıkıca bağlanmış, ondan kopmak istemeyen şair Cahit Sıtkı Tarancı… İkisinin de şiirlerinde ölüm, peşlerini bırakmayan bir olgudur. Hayatları boyunca şiirlerinde ölüme bakmışlar fakat farklı taraflardan. Sanki ölümün iki farklı yüzü var da onlar hep karşı karşıyaymış gibi yazmışlar.
Ahmet Haşim, öz şiir akımının en önde gelen temsilcisi ve adeta bir imge ustasıdır. Bunun yanında şiirlerindeki karanlık ve bulutlu tema hiçbir zaman okuyanın peşini bırakmayacaktır. Şiirlerinde geceyi ve gecenin getirdiği yalnızlığı seven Ahmet Haşim, aslında hayattayken ölüme ne kadar yakın olduğunu mecazlarla dile getirmiştir. Her ne kadar şiirde anlam aramanın bülbülü eti için öldürmeye benzediğini düşünse de çoğu şiirseverde olduğu gibi bende de karanlık duygular uyandırır ve şu dizelerle pişmanlığını gözle görülür bir şekilde vurgulamıştır:
Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek,
Düştüyse gönüller bu melâle?
Bir eldir ufuklardan uzanmış,
Zulmet bizi çekmekte visâle…
Hayatta hep karanlıkları ve çıkmazları tercih eden şair aslında her şair gibi kendi hayatından esinlenmiştir. Sözcüklerin, cümlelerin ve dizelerin gücüne o kadar inanırım ki bir şairin hayatı nasıl yaşadığını anlamak için onun cümlelerini dinlemek yeterlidir. Haşim, yaşamla ölümü bir araya getiren onları iç içe yaşayan ve kabullenen bir şairdir. Ancak yaşamı ve sonunu ciddiye almayıp bu iki olgudan korkmayan ve çekinmeyen birinin kaleminden çıkabilecek sözcükler seçmiştir. Onun için hayat ve ölüm, geleceğe bakmaktan ziyade geçmişi üstüne örtüp karanlıkta kaybolmaya çalışmak gibidir.
Yaşamın en büyük bağımlılarından olan ve ölüm korkusunu sözcüklere çekinmeden döken şair: Cahit Sıtkı Tarancı. Hayatın, her gün soluduğu havanın ve her sabah doğan güneşin bağımlısı olan Cahit Sıtkı’da bu coşkulu yaşama sevinci coşkulu bir ölüm korkusuna dönüşmüştür. “Yaşamaya kıyamamak “ diye bir şey varsa eğer, bunu sonuna kadar hisseden kişi Cahit Sıtkı’dır sanırım. Sonsuza kadar yaşamak için her şeyini vermeye razı, ağlamaklı bekliyor ölümü. “Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden.” cümlesini yazdıracak bir korku onun kalemindeki. Ah aklından ölümü geçerdi ki sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. Saplantılı bir şekilde ölüm üzerine kafa yormuş ancak ölümün kasvetinden çekindiği için değil; onun derdi bir gün bir sabaha uyanamamakmış. Aldığı nefese o kadar değer vermiş ki nefesini geri vermekten korkmuş şiirlerinde. Her dizesinde hayatını içine çekmiş, yaşama sevgisini yaşayamayacak olma korkusuna dönüştürmüş sözcükleri.
Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum
Ne büyük nimet olduğunu ah ey güzel gün.
Boş yere üzülmekte mana yok, anlıyorum
Kadrini bilmek lazım artık her açan gülün.
O halde ölüme Ahmet Haşim’in buğulu penceresinden mi bakmalı, Cahit Sıtkı gibi perde mi çekmeli? İki şairin dizelerini, ölümü sakince fısıldadıkları o satırları okudukça düşünmeden edemediğim şeylerden biri de ölüm gerçekten hayattan kötü değil ve hayat kadar karanlık mı yoksa yaşadığımız her anı değerli kılan son mu? Elbette bir şeyin sonu yoksa o zaman onun kıymetini bilmek her zamankinden zor, hatta neredeyse imkansız. Cahit Sıtkı bir gün elinden alınacağını bilmese hayatı bu kadar sever miydi? Peki ya Ahmet Haşim ölümden korksaydı o dizeleri yazar mıydı? Bu soruların cevabı aslında soruda saklı, tıpkı şiir gibi. Çünkü eğer her sorunun bir cevabı, hayatın ve ölümün basit bir açıklaması olsaydı o zaman o şairler bu şiirleri yazabilirler miydi ki?