Modern roman, bilinçli bir kandırmacadır. Yazar, kandırma saikiyle yazar; iyi okur ise kandırıldığını bilir. Yazar, ne kadar iyi kandırabiliyorsa o kadar iyi bir yazardır, okuyucu ise ne kadar iyi kandıysa o kadar iyi bir roman deneyimliyor demektir. Romanda yazılanlar, yazarın en ufak bir detayı bile kandırmacadan oluşan bir dünyanın ürünüdür. Roman yazmak, en nihayetinde bu yüzden zordur.

“Bir olay anlatmak.”, modern romanın konusu değildir artık. Romancı, yarattığı bu dünyayı okuyucuya öyle bir sunmalıdır ki, okuyucu o dünyanın gerçekliğini kendi gerçekliğiyle karşılaştırıp, belki de birisini yeğ tutmalıdır. Ancak iyi roman, Selim Işık’ın gerçekten yaşamış olup olmadığını bize sorgulatan, Çukurcuma’daki o evde gerçekten Füsun’un yaşayıp yaşamadığını düşündürtendir. İtalya’da uçsuz bucaksız bir çölün kıyısında atıl durumdaki Bastiani Kalesi’ni gezip görme hayalleri kurdurtan, iyi romandır.

Gelgelelim aslında bu, oldukça kısır bir tartışmadır. Zira okuyucunun kendi gerçekliği ile roman gerçekliğini karşılaştırması, ancak romanı kendi gerçekliğinde kabul edebilecekse bir anlam kazanacaktır. Ya da tam dersi, kendi gerçekliğinde romandan izler aramasıyla… Üzerinde yaşadığımız gerçeklik, çoğu zaman roman gerçekliğinden daha yeğ olmuyor. Ancak roman gerçekliği (elbette yaratıcısı vasıtasıyla) içinde bulunduğumuz gerçekliğe birçok farklı şekilde işaret edebiliyor. Bunun belki de en klasik örneği, Orwell’ın Hayvan Çiftliği adlı eseridir. Eserdeki tiplemelerin gerçek dünyaya atfı, sembolist denemeyeceğimiz bir biçimde sarihtir. Ancak bana kalırsa, estetik haz veren bu değil. Estetik haz, bizim gerçekliğimize yapılan atıfların olabildiğince kapalı tutulmasından geçecektir.

Peki tüm bunları niçin ifade ettim? Öyle eserler vardır ki, insanların hayatlarının çeşitli dönemlerinde çeşitli anlamlar çıkarmasına çok açıktır. Bu, her ne kadar estetik kapasitesi fazla olsa da yazar için oldukça risklidir de, zira büyük bir kesim tarafından hiç anlaşılmama olasılığı da vardır. Buzatti’nin 1940 senesinde yayınladığı Tatar Çölü isimli eseri, bence bunun en güzel örneklerinden bir tanesi.

Tatar Çölü’nü okumayanlar varsa okumasını, okuyanlarınsa (yakın zamanda okumadılarsa) yeniden okumasını öneririm. Bu öneri, geçtiğimiz aylarda Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde aynı konuya değinen Deniz Yıldırım’ın yazısının bende benzersiz bir epifani yaratması suretiyle şekillendirilmiştir[1]. Yazının başında roman teorisine ilişkin değindiğim sıkıcı açıklamaları, aslında burada ifade etmek istediğim cümleleri gerekçelendirmek adına yaptım. Buzatti’nin Tatar Çölü’nün, bugün yaşadığımız günleri anlatacağını hiç düşünmezdim doğrusu!

Drogo’nun toyluğuyla başladı her şey, onun “aşmışlığı” ile devam etti. İnananlar, kanıksayanlar arasında asla bu işin bana, onlara yansıdığı gibi yansımayacağına inandım. Fakat insanı zaman alt ediyor. En güçlü irade dahi zamana alt oluyor, bu Bastiani Kalesi için böyleydi en azından. Ve zaman geçiyor. İstekler ve arzular, geçen zamana göre değişiyor ve en sonunda, kaleye girdiği ilk andaki Drogo olmuyor hiçbirimiz, onun konuştuğu üst rütbeli subay oluyor, tıpkı ilk günkü heyecanla yanına yaklaştığımız gibi. Düşman bir türlü gelmiyor, zaman bir türlü geçmiyor, tayin bir türlü gerçekleşmiyor. Bastiani Kalesi, Drogo’nun kaderi haline geliyor.

Sanat ürünleriyle gerçek hayatı karşılaştırmak her zaman sevklidir. Oscar Wilde’ın şahane sözünü anımsayalım: Hayat ne kadar sanatı taklit ediyorsa sanat da o kadar hayatı taklit ediyor[2].

Notlar

[1]: Deniz Yıldırım, Ahlat Ağacı’ndan Tatar Çölü’ne. https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/deniz-yildirim/ahlat-agacindan-tatar-colune-1798002

[2]: https://www.etudier.com/dissertations/La-Vie-Imite-l’Art-Bien-Plus/447124.html

Leave a Reply