Orhan Pamuk, şüphesiz ki Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatının çıkarttığı en değerli kalemlerden biri. Hakkında söylenen “En az okunan, en çok tartışılan romancı” tabiri ise onun hem edebi hem de politik çizgisini özetliyor. Bu yazımda, Pamuk’un yazdığı ve ona belli bir ün getiren ilk kitabından, Cevdet Bey ve Oğulları‘ndan ve romanın ana fikrini şekilleyen kuşak kavramından bahseceğim.

Dede, Baba ve Oğul

“… Asıl mesele bireysellik ile toplumsallık arasındaki çatışmada gidip geliyor. Pamuk bu durumu, olabilecek en harika ve zekice dille okura anlatıyor.”

Her romancı, okur ile arasındaki kurgu-gerçeklik çizgisine farklı bir açıdan bakar. Kimisi yazdıklarının kurgu olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktan çekinmezken, kimisi ise kurgu ile gerçeklik arasındaki farklı oldukça belirsizleştirmeye, okuru yazdığı her şeyin gerçek hayatın veya tarihin bir parçasını olduğuna inandırmaya çalışır. Orhan Pamuk, verdiği eserlerle ikinci kategorideki yazarların safına daha yakın bir noktada duruyor. Pamuk romanında yazdıklarının gerçek olduğunu kabul etmememiz için hiçbir sebep yoktur. Kendisinin sıklıkla dile getirdiği “Nişantaşlı zengin bir aile” kavramının hayatından bir parça olarak birçok kitabına (bkz. Kara Kitap, Masumiyet Müzesi, Cevdet Bey ve Oğulları) iliştirmesi ve bunun gibi yazarın hayatından bildiğimiz detayların aynı gerçeklikle yazdıklarında karşımıza çıkması, aslında Orhan Pamuk’un kitaplarında kendi hayatını veya bir yan komşusunun yaşantısını yazdığı izlenimini verir. Kurgu ile gerçeklik arasındaki bu belirsizlik, Pamuk’un romanlarında tat veren en önemli detaydır aslında. Yazdığı her karakterin gerçekte var olduğunu düşünmek, yaşanan olayların gerçekliğinde kaybolmak romandan alınan hazzı arttıracaktır. Orhan Pamuk romanları, ve özellikle de Cevdet Bey ve Oğulları, konusal özelliklerinden çok, perspektifleriyle öne çıkıyor. Bu nedenle, Pamuk’un romanlarında kurgudan çok detaylar tartışılmalı, masaya yatırılmalıdır. Yine de, yazımızın konusundan sapmadan, Cevdet Bey ve Oğulları eseri üzerine konuşacak olursak, kitabın belli bir kronolojiye oturtulduğunu söylemeliyiz. Kitap, İlksöz, kitabın büyük bir bölümünü kapsayan İkinci Bölüm, ve Sonsöz olmak üzere üç bölümden oluşmakta. Bu üç bölümde kabaca Tanzimat sonrası, Cumhuriyet’in ilk yılları ve 70’ler olmak üzere üç farklı kuşak, çeşitli boyutlarıyla ele alıyor. Kitabın ana karakterleri ise Tanzimat sonrası dönemde çeşitli ıslahatlarla tüccarlık yapması bir nebze de olsa daha kolay olan gayrımüslimlerin yanından sıyrılarak son dönem Osmanlı’nın sayılı Türk burjuvalarından olan Cevdet Bey, ikinci bölümde karşımıza çıkan oğlu Refik (Işıkçı)  ve üçüncü bölümde karşımıza çıkan torunu Ahmet Işıkçı oluyor. Orhan Pamuk, kabaca bu üç karakterin perspektifinden bize aynı topraklar üzerinde üç farklı dünya sunuyor. Zamanla beraber insanların amaçlarındaki, zevklerindeki, yaşama bakışlarındaki, heyecanlarındaki değişimi mercek altına alıyor. Cevdet Bey’in İttihatçı abisi Nusret’in ölüm döşeğinde yatmasında başlayan yolculuğumuz, torunu Ahmet’in balkonunda son buluyor. Aradan geçen zaman, ittihatçıların, milletvekillerinin, solcuların arasından, bu üç ana karakterimizi akan zamanla beraber bir yabancılaşmanın eşiğine itiyor. İdeolojilerin, aşkların kıskacında, bireyin kendi olması ile kendini adaması arasındaki farkı irdeleyen Pamuk, ana karakterlerin yanısıra yan karakterleri de aynı ikilemin ortasında masaya yatırıyor. Bu üç temel bölümde anlayabileceğimiz ise, kuşaklar arasındaki fark ve yadsıma ne kadar sert ve sivri olursa olsun, aslında asıl mesele bireysellik ile toplumsallık arasındaki çatışmada gidip geliyor. Pamuk bu durumu, olabilecek en harika ve zekice dille okura anlatıyor.

 

Bir Ağabey, Bir Fatih, Bir Şair, Anne ve Kadınlar

“Tek bir nokta var o da, bu karakterlerin hepsinin bir “tipleme” niteliğinden öteye gidememesi ki bunu bir kusur olarak değerlendirmek çok doğru olmaz.”

Kitap aslında her ne kadar ana karakterler ekseninde şekillense de, yan karakterlere yalnızca “yan karakter” gözüyle bakmak haksızlık olur. Özellikle ikinci kısımda, Refik’in abisi Osman, üniversiteden arkadaşları Muhittin ve Ömer, annesi Nigân Hanım, eşi Perihan ve abisinin eşi Nermin ciddi boyutta romanı ayakta tutuyor ve Pamuk’un bize anlatmak istediklerini anlamamıza yardımcı oluyorlar. Tek bir nokta var o da, bu karakterlerin hepsinin bir “tipleme” niteliğinden öteye gidememesi ki bunu bir kusur olarak değerlendirmek çok doğru olmaz. Pamuk’un abisiyle ilişkisini Masumiyet Müzesi kitabında olduğu gibi, bu eserde de sayfalara yansımış biçimde görüyoruz. Refik’in abisi Osman, baba yadigarı şirketi emanet alan sorumlu bir aile babası tiplemesini gözler önüne seriyor. İş ve şirketin durumunu her şeyden önemli olarak nitelendiren Osman, Refik’in duygusal ve hayalperest kimliğiyle adeta alay eder bir profil oluşturuyor. Üniversite arkadaşları Ömer ve Muhittin ise romanın asıl ilginç karakterlerinden. Ömer, en az Refik kadar frankafon ve şaşılacak bir egoist.  Kendisini Fransız yazar Balzac’ın dev eseri La Comédie Humaine’in başlıca karakterlerinden olan Rastignac olarak tanımlar ve bu isimle romanda sık sık karşımıza çıkar. Muhittin ise, Fransız “lanetli şairler” ekolünden bir şair olmak heveslisi bir genç iken, romanın ilerleyen noktalarında kendisini davasına adamış bir Türkçü, en son ise başarısız bir şair ve Adalet Partisi milletvekili olarak karşımıza çıkar. Pamuk, romanda bu gibi noktalarda kişinin bireysel perspektifine çok fazla eğilmemekle beraber, aslında kendini adamışlığın samimiyetini irdeler. Ömer ve Muhittin karakterleri kıyaslandığında, Ömer kurnaz ve egoist, Muhittin ise saf ve adanmış bir karakter ortaya koyduklarında, en nihayetinde başarıyı Ömer’in kazandığı görülmekte, yine de bu başarının iyiliği sorgulanmaktadır. Bir diğer nokta olan anne Nigân Hanım’a baktığımızda, kendini evine adamış bir kadının ruh halini idrak ederiz. Cevdet Bey’in ölümünden önce ve sonra iki farklı karakter olarak karşımıza çıkar adeta. Fakat en çok değişimi, artık son günlerini yaşadığı üçüncü bölümde hissettirir. ,

 

Üçüncü Bölüm, Sonsöz

“Pamuk ile beraber bu noktada aile, bir kaçıştan ziyade, bir kurtuluş olarak gözler önüne seriliyor. “

Romanın üçüncü bölümü, aslında bir çok noktada romanın ne anlatmak istediğini anlamlandırmaya yakın olduğumuz bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Karakterlerin kimisinin öldüğü, kimisinin ise gençlikteki heveslerinden yavaş yavaş kopup kendini günü yaşamaya adaması aslında Pamuk’un ortaya koymuş olduğu panoromanın en çarpıcı noktası olarak karşımıza çıkıyor. Bu bölümün baş karakteri olan Refik’in oğlu Cevdet’in torunu Ahmet Işıkçı, kız arkadaşıyla beraber bütün romanı gözden geçirip yorumluyor istemeden. Babasının el yazmaları, dedesinin portreleri, amcasının gölgesi, anneanesinin sıcaklığı arasında bir hayatta yetişen Ahmet, zamanının gençlerinin çok büyük çoğunluğu gibi yabancılaşma ve toplumculaşma arasındaki kıskaçta gidip geliyor, hayatı anlamlandırmak adına ailesinin geleneğine sarılırken, aslında yalnızca kendi içine eğildiğinin farkına varıyor. Pamuk ile beraber bu noktada aile, bir kaçıştan ziyade, bir kurtuluş olarak gözler önüne seriliyor. O ana kadar romanda (Ahmet ve kız arkadaşı için geçmişte) olan her şey, gençler için bir yol göstericiden ziyade alay konusu olarak ele alınıyor. Anı yaşarken, yani okurken günümüz değerlerini ve kavramlarını unutup, Pamuk’un sayfalarındaki zamanın değerlerine göre yorumlayan okur, en sonunda kitaba kuş bakışı bakma şansı verdiğinde, okuduğu sayfalardaki duygulardan ve heyecanlardan ziyade, kitaba üstten bakmanın gururunu yaşıyor, ve kendisinde kitapla alay edebilecek cüreti buluyor. En azından Ahmet Işıkçı’nın yaptığı bu. Bu durum ise, Pamuk’un kuşak kavramı olarak okura anlatmaya çalıştığı olgunun tam kendisi. Romanı kabataslak incelediğimizde, ne kadar derine inersek o kadar hak veriyor, ne kadar kuş bakışına çıkarsak o kadar alay ediyoruz. Romanın son bölümünün Pamuk’un kendi zamanında yazıldığını ve üzerinden kırk sene geçtiğini de hesaba katarsak, biz bugün bu kitabı okurken üstten bakacağız, bundan yine kırk sene sonra bir sonraki nesil bizim kitap üzerine düşündüklerimizi okurken o da bize üstten bakacak. Bu inkar edilemez hiyerarşi, zamanın en ilginç ve en ürkütücü özelliklerinden biri. Pamuk’un kitabında bunu iliklerimize kadar yaşayabilmek ise tarifsiz bir zevk.

 

Meraklısı İçin Notlar

  1. Orhan Pamuk, ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğullarını yazarkan Thomas’ın Buddenbrook ve Tolstoy’un Anna Karenina kitaplarından esinleşmiş. Yine de kendisi, bazı noktalarda bu esinlenmeyi amatörlüğe bağlıyor. “Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki gibi hem büyük şehri, hem kırsalı yazabilmek için büyük bir çaba sarf ettim ve kitaba Erzincan kırsalını ekleyince ‘Evet, ben de Tolstoy gibi yazdım’ şeklinde amatör bir hevese kapıldım.” ifadeleriyle bunu açıklıyor.
  2. Pamuk’un Masumiyet Müzesi isimli şaheserindeki bir nikah sahnesinde, Cevdet Bey’in oğulları Refik ve Osman da davetliler arasındadır. Aynı zamanda Firuzağa’daki Masumiyet Müzesi’nde ressam Ahmet Işıkçı’nın bir resmi de sergilenmektedir.

Leave a Reply