Avustralyalı genç yazar Markus Zusak yazar olmaya nasıl karar verdiğini şu sözlerle anlatır: ‘16 yaşındaydım ve kendim için doğru kitapları bulmuştum. Okurken, hikâyenin dünyasına kendimi o kadar kaptırıyordum ki sayfaları ardı ardına hipnotize olmuşçasına çevirdiğimi fark etmiyordum bile. Bir gün gene bir kitabın sonundaydım ve bütün o sayfalara bakıp düşünerek hayatımda yapmak istediğimin bu olduğuna karar verdim.’
Zusak öyle isabetli bir karar vermiş ki 1999’da basılan ilk kitabından itibaren uluslar arası üne kavuştu. Altı kitabından beşincisi olarak 2005’te yayınlanan Kitap Hırsızı, otuzdan fazla dile çevrildi, New York Times’in en çok satanlar listesinde bir numara olduğu gibi amazon.com’da da zirveye yükseldi ve prestijli edebiyat ödüllerinin altına imzasını attı.
Peki ama, bu kitabı bu kadar çekici kılan unsurlar neydi?
Roman, ölümün ağzından bir kitap hırsızının; yani dokuz yaşında bir kız çocuğu ‘Liesel Meminger’in hikâyesini anlatır. Takvimler 1939’u işaret etmektedir ve adres Nazi Almanyası’dır. Erkek kardeşinin ölmesi ve annesinin kampa alınmasının ardından; Münih’in varoş Hissel Sokağı’nda bir eve taşınıp üvey ailesiyle yaşamaya başlayan Liesel, hep ‘geride kalan’ olmayı sindirmeye çalışmaktadır. Bu esnada kardeşinin toprağa verildiği mezarlıkta bir kitap bulur: ‘Mezar Kazıcının El Kitabı’. Bu olay, henüz tam anlamıyla okuma yazma bilmeyen Liesel için dönüm noktası olur.
Kısa bir zamanda kelimelere büyük bir tutkuyla bağlanan Liesel, artık bir kitap hırsızıdır ve her ne kadar utanıyor gibi gözükse de aslında gizli bir gurur da duyar.
Hikâyenin dokunaklılığın altında bu küçücük kızın kocaman kalbi yatmakta, ancak diğer karakterler de romanın etkisini had safhada arttırıyor. Liesel’e karşı hep sevgi dolu olan, akordeon çalan ve boyacılık yapan üvey babası Hans, her ne kadar Hans kadar Liesel’i sevse de bunu göstermeyi beceremeyen, agresif, katı bir üvey anne Rosa, kıza aslında aşık olan, ölüm meleğinin erkenden canını aldığı en yakın arkadaşı Rudy ve belki de romanın yaratıcılığının en büyük kaynağı, evlerinin alt katında sakladıkları ve yaşatmak için büyük özveride bulundukları bir Yahudi: Max. Öyle ki, Max aileye dâhil olduktan sonra roman bambaşka bir büyü kazanıyor ve Liesel’le aralarındaki eşsiz dostluk, birçok sayfada gözlerinizin dolmasına yetiyor.
Anlatıcı olarak bizi oldukça esprili; aynı zamanda da üzgün ama patronu olan savaşın sunduğu görevi yapmak zorunda kalan bir ölüm meleğiyle tanıştıran kitap, çağdaşlarına göre epey farklı bir başlangıçla sizi içine çekiyor ve beş yüzü geçen sayfanın ardından içinizi titreten bir finalle son buluyor.
‘En büyük hayalim birilerinin yazdığım romanları favori kitapları olarak görmesi.’ diyen; Alman bir anneye ve boyacılık yapan bir babaya sahip yazar, kendisinden çok şey kattığını söylediği bu ilham verici kitabıyla içten bir iz bırakarak her geçen yıl daha fazla ülkeden okurları kendine bağlıyor.
Ya siz; ‘Ölüm size bir hikâye anlatmak isterse durup dinlemez misiniz?’