Bilkent’ten Hollywood’a uzanan bir hikaye. Sanat Yönetmeni Sıla Karakaya İle Röportaj

Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü’nden mezun olan (2002) Sıla Karakaya, Parsons The New School for Design’da Işık Tasarımı Yüksek Lisansı yaptı (2006). İkinci yüksek lisans derecesini Film ve Tiyatro Mimarisi(2011) üzerine dünyanın bu konuda en seçkin okullarından kabul edilen New York Üniversitesi, Tisch School of the Arts’da tamamladı. 

New York’ta ABD’li ve Oscar sahibi yönetmen Spike Lee’nin Redhook Summer filminin sanat yönetmenliğini yaptıktan sonra, yine Lee ile Mike Tyson’un hayatına dair da Brick adlı bir HBO Channel filminde aynı ekipte yer aldı.

Alper Çağlar’ın Panzehir adlı Türkiye’ nin ilk film noir-aksiyon filmi olma iddiasıyla çekilen filminin sanat yönetmenliğini yaptı. Türkiye’deki işlerinin arasında, Yılmaz Erdoğan’ın Kelebeğin Rüyası, Mahsun Kırmızıgül’ün New Yorkt’ta 5 Minare , Alphan Eşeli’nin Sarıkamış: Eve Dönüş 1915 ve Hakan Muhafız yer alıyor. Son olarak Can Evrenol’un Baskın adlı korku filminde , ve Joseph Ruben’ in The Ottoman Lieutenant adlı Hollywood yapımında sanat yönetmeni olarak görev almıştır. 

Sorularımızı sormaya başlamadan önce bize biraz Bilkent’teki yıllarınızdan kısaca bahsetmek ister misin? Bilkent size neler çağrıştırıyor?

SK: Bilkent’teki seneler çok harika bir temel eğitim verdi. Ben çok severek keyifli bir şekilde okudum. Sanat yönetmenliği bambaşka bir alan gibi görünse de çok iyi bir temelim olmuş oldu. Bilkent sayesinde sonradan çok rahat ettim.

İç mimarlık mezunusunuz, iç mimarlık bölümünü seçerken ki motivasyonunuz sanat yönetmeni olmak mıydı yoksa daha sonradan mı kariyeriniz oraya evirildi ?

SK: Ben iç mimar olmak için girmiştim ama çok kısa bir süre sonra bu iki alanın çok yakın akraba olduklarını fark ettim. 1. senem bitmeden böyle şeyler yapabilirim diye düşünmeye başlamıştım. Okulda yaptığım projelere daha performatif bir yerden yaklaşıyordum hep.

İç mimarlık ve sanat yönetimi ne kadar birbirinden ayrı veya ne kadar ortak kümesi geniş iki alan?

SK: Sahne tasarımı ve iç mimarlık prensipte aynı gibi görünmekle birlikte; reklamın, sinemanın ve tiyatronun kendine has dinamikleri var. İç mimarın tasarladığı ürün ömürlükken , sahne tasarımında bir hikaye anlatıp sonra onu yıkıyorsun. Filmlerde bir insanın arkasında bıraktığı dağınıklığı tasarlamamız da en büyük fark olabilir. Ayrıca her tasarımı kameraya göre tasarlamak zorundasınız. Yönetmenin kullandığı kamera lensinden tutun kamera açılarına göre farklı anlamlar kazanabiliyor tasarımlar. Geniş açılarda mimari öne çıkarken, yakın çekimde ise yerleştirdiğimiz bir kutu başrol olabiliyor. Ama netice itibari ile statik derdin olmadan mimari tasarım yapmak gibi diyebilirim.

Bilkent’ten mezun olduktan sonra ilk önce ışık üzerine yüksek lisans yaptınız. Daha sonra da New York Üniversitesin’de film mimarisi üzerine çalıştınız.  New York Üniversitesi çoğu kişi için  dünyanın en iyi film okulu. Oradaki eğitiminiz nasıldı?

SK: Mimarı aydınlatma üzerine olsada ben tezimi stüdyo ışığı üzerine yazdım. Işık sinema için çok önemli bir unsur.Ayrıca iyi bir mimar olabilmek için de ışık her şeyden önemli. Işık mekanın yarısı diyebilirim. Aydınlatması kötü bir mekanın iyi görünme ihtimali yok. Tasarladığım mekanı nasıl daha iyi gösterebilirim sorusuna cevap bulabilmek için yaptım bu yüksek lisansı. New York Üniversitesi ise çok ağır bir okuldu. Ama dediğin gibi en iyi okullardan biriydi.

Amerika’da ilk çalıştığınız set hangi filmin setiydi?

SK: Aynı okulda olduğum Hintli bir yönetmenin kısa filmiydi.

ABD’de çok az kişinin eline geçebilecek bir fırsat elde ettiniz. Amerikan sinemasının usta isimlerinden olan Spike Lee’nin sanat yönetmenliğini yaptınız. Yolunuz nasıl oldu da onunla keşişti?

SK: Tam o yıl Spike Lee beğendiği okullara gidip çalışmak için insan arıyordu. Bizim bölüme de sorduğunda benim adım gitmiş ona.

Şuan bakıyorum da aralarında Oscar ödülleri de dahil olmak üzere tam 95 ödülün sahibi bir sinemacı Spike Lee.   Nasıl biriydi, onunla çalışmak nasıldı?

SK: Sette tam bir atmacaydı. Herkesin ismini bilir, sete sabah 5’te zımba gibi gelirdi. Hiçbir zaman ek plan çekmezdi.  Masa başında her şeyi bitirir, ne istediğini çok iyi bilirdi o yüzden setleri çok kısa sürerdi. Bence harika bilirdi.

2011 yılında Milliyet Gazetesine verdiğiniz bir röportajda size Türkiye’ye dönmeyi düşünüp düşünmediğiniz  soruluyor ve siz tam bir cevap vermiyorsunuz. Ne oldu da Türkiye’ye dönme kararı aldınız?

SK: Türkiye’ye dönmüş olmak için dönmedim Bir yılbaşı, sadece tatil için gelmiştim. Bir arkadaşım beni kolumdan tutu ve Sarıkamış filminin setine götürdü. Kendimi bir anda Sivas’ta buldum.(gülüşmeler) Daha sonra tam o sıralar Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyasını çekiyordu, bir anda onunda sanat ekibine girince devamı da geldi. Bir baktım 2 yıl olmuş. Amerika’ya evi kapatmak için döndüm.

Türkiye’ye döndükten hemen sonra Baskın filminin ilk kısasını daha sonra da uzununu tasarladınız. Ve Baskın’ın sanat yönetimi Amerika’da, Avrupa’da çokça beğenildi. Baskın serüveninizden bahsedebilir misiniz?

Baskın hepimiz için çok enteresan bir projeydi. Kısa metrajı İngiltere’de ve İspanya’da çok beğenilince Can Evrenol uzun metrajını çekmeye karar verdi. Tasarımı yaparken günlük hayattaki şeyler üzerinden gitmeye çalışıyor ancak fantastik bir filmde bu çalışmıyor tabii ki de. Kendime elimden geldiğince sınır koymamaya çalıştım. Bildiğim her şeyi unutup, hiçbir şey bilmiyormuşum gibi yaklaşmam gerekiyormuş gibi hissettim. Böylelikle de daha önce görülmemiş bir korku dünyası çıktı ortaya. Bu yüzden de başarılı oldu.

  Türkiye’ye hemen geldikten sonraki bir diğer işiniz de (daha çok Dağ 2 ile tanınan) Alper Çağlar’ın Panzehir filmi. Ben hem Baskın’a hem de Panzehir’e bakınca, Türkiye’deki diğer tüm filmlerden kendini soyutlayıp daha çok Amerikan sinemasına öykünen iki film görüyorum. Amerika’dan döndüğünüz zaman diliminde bu iki filmin sizi bulması tesadüf müydü?

SK: Bence değildi. Farklı bakan gözler farklı bakan gözleri buluyor diyelim(gülüşmeler).

Belki de sanat yönetmenliğini yaptığınız bütçesi en büyük iş ABD/Türkiye ortak yapımı ve yıldızlar karması kadroya sahip olan ‘Osmanlı Subayı’ filmi. Bir sanat yönetmeni kafasındaki atmosferi daha kolay kurabileceği için her zaman büyük bütçeli filmlerde mi çalışmak ister?

SK: Paranın olup olmamasının hiçbir önemi yok. Paranın olmaması yaratıcılığı etkilememeli. Süreç hep aynı benim için. Ben hiçbir zaman daha ucuza maliyet edebileceğim bir şey için fazladan para harcamadım. Yapımcıları anlayabilen bir sanat yönetmeni olduğumu düşünüyorum. Tabii ki de bütçe olsun ama eğer yoksa da icabı neyse yapılır.

Korku, aksiyon ve dönem filmi gibi pek çok farklı film türünde çalıştınız. Mesela uzmanlığı dönem filmleri olup sadece onları tasarlayan sanat yönetmenleri var mı?

Tabiki de var ama bana göre değil. Sonuçta tasarımcıyız. İyi tasarımcı projenin ihtiyacına cevap veren kişidir. Beni heyecanlandıran işlerin hepsine açığım tiyatrodan raf tasarımına.

New York’ta Beş Minare, Kelebeğin Rüyası, Hakan Muhafız(Netflix), Sarıkamış:1905 Eve Dönüş gibi pek çok işin sanat ekibinde görev yaptınız. Sizin için en keyiflisi hangisiydi?

Reklam olarak Ridley Scott ile çalıştığım reklam diyebilirim. Ridley Scott ile aynı sette bulunmak inanılmaz bir deneyimdi. Film olarak ise daha henüz bitirdiğimiz, daha seyirci ile buluşmayan Boy From Heaven diyebilirim. İsveçli bir ekip ile çalıştık Avrupa sinemasının neden iyi bir sinema olduğunu bir kez daha görmüş oldum. Ama Baskını da severim. Tiyatro olarak da Evlat diyebilirim.

Sinema severler, yönetmenlerin isimlerini genelde  bilirler ama iş sanat yönetmenlerine gelince pek öyle olmuyor. ( gülüşmeler) Halbuki, yıllar önce izlediğimiz bir filmin senaryosunu hatırlamakta zorlansak dahi, filmdeki atmosferi uzun yıllar içimizde hissederiz. Gizli bir star olduğunuzu düşünüyor musunuz?(gülüşmeler)

Ünsüz ünlüyüz diyebilirim. (gülüşmeler) Aslında baktığınız zaman izleme faaliyeti esnasında bir oyuncuyu görüyorsunuz bir de arka planı. Inseption filmindeki mimarı hatırlıyor musun? Eğer o evreni yaratmazsa kimse o evrende olamayacaktı ya onun gibi biraz. Seyirci için adı sanılan pek bilinmeyen kişiler olsak da sektörün içinde iyi tasarımcıların çizgileri hemen belli oluyor bunu yapsa yapsa şu yapmıştır deniyor.

Sanat yönetmeni olmak isteyen bir genç ne yapmalı, nereye gitmeli, ne okumalı?

SK: Zorlu bir hayat tarzına (gecenin gündüzünün olmamasına), hayatının kaymasına hazır olup olmadığı anlaman gerekiyor önce. (Gülüşmeler) Daha sonra eğitim şart tabi. Opera tarihinden marangozluğa kadar ne kadar çok şeye hakim olursan o kadar kapsamlı düşünüyor oluyorsun. İç mimarlık doğru bir başlangıç bana göre. Çizim, maket, 3D ve photoshop yapabildiğiniz için diğer tüm bölümlerden daha avantajlı bana göre. Çünkü sonuç olarak tasarım, aklındaki bir fikri görsele dönüştürme işi. Ne kadar çok farklı şey kullanabiliyorsan o kadar kolay görsele çeviriyorsun kafandaki fikri.

Ama yetmez. Bana göre minimum üzerinde 2 yıl yüksek lisans yapmalı. Eğitim süreçlerini ellerinden geldikçe uzun tutsunlar çalışmak için acele etmesinler. Şuan da Türkiye’de sinema sektörü bir endüstriye dönüşme arifesinde mutlaka onlara da yer olacaktır, endişelenmesinler.

Endüstriyeye dönüşüyor derken, prodüksiyonların büyümesini mi kast ettiniz yoksa filmlerin sayıca artmasını mı?

SK:Her ikisini de. Yabancı yapımların Türkiye’yi keşfetmesinden bahsediyorum.

Yurt dışında çokça izlenen televizyon dizilerimizden dolayı mı ilgi arttı?

SK: Mutlaka etkisi olmuştur ama ben Türkiye’deki ucuz ekipman ve kalifiye çalışanları keşfetmelerinden bahsediyorum. Ayrıca, Türkiye her köşesinde farklı bir şey  çekilebilecek bir ülke. Biz Türkiye’de; Portekizi’de çektik Mısır’ıda, arka planımız yapımcılara çok geniş imkanlar sunuyor. Yabancıların ilgisi çok arttı gittikçe de artacak. O yüzden yeni gelenlerin telaşlanmalarına gerek yok her kalibrede iş bulunabilir.

Leave a Reply