Gerçekler Düşlere Ne Kadar Yakındır?: Wild Strawberries

Merhaba sevgili sinemaseverler! Her izlediğinizde yeni bir ayrıntı yakaladığınız, ilk kez izlediğinizden farklı duygular uyandıran ve sevdiklerinize önerip onlarla birlikte de tekrar izlemek isteyeceğiniz filmler vardır. Benim için bu filmlerden bir tanesi sinema tarihinin de en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen Wild Strawberries. Ingmar Bergman’ın bu başyapıtı, kuşkusuz, yönetmenin sonraki filmlerinde daha iyi deneyimlediğimiz dili ve anlatımı hakkında sağlam bir zemin oluşturuyor. Film, yaşlı bir profesörün doktorluğunun ellinci yılı sebebiyle onur ödülünü almak üzere yaptığı bir araba yolculuğu esnasında yaşadıkları, ilk gençlik anıları ve rüyaları üzerine kuruluyor. Bergman, film içinde doğrusal bir zaman çizgisi kullanırken iç içe geçmiş farklı hikaye katmanları oluşturarak sona doğru ilerliyor. Eğer filmi henüz izlemediyseniz yazının bundan sonraki kısmı sizin için bazı keyif kaçırıcı detaylar içeriyor olabilir.

Filmin ilk sahnesi olan Borg’un yola çıkmadan önceki gece gördüğü kabusu izlerken, profesörün hissettiği yalnızlık ve ölüm korkusunu görüyoruz. Hiç bilmediği bir sokakta akrepsiz ve yelkovansız saatle karşılaştığı anki şaşkınlığında, yitirilen zaman kavramı ve yabancılaşma vurgusu hissediliyor. Bergman, rüyaların sadece kendi düzleminde var olmayıp gerçeklikle buluştuğunu bize göstermek istiyor. Nitekim, rüyadaki akrepsiz ve yelkovansız saatin Borg’un annesinin evinde bu gerçekliğe dönüşünü görüyoruz.

Araba yolculuğu başladığında, gelininin Borg’u bencillik ve inatçılıkla suçladığı, oğluyla olan ilişkisini ve oğlunu Borg üzerinden tanımladığı konuşmalara şahit oluyoruz. Bu sahnelerde Borg kendisiyle yüzleşmeye zorlandığında, kendisi hakkında düşündüklerinden uzak bu suçlamaların onda yarattığı şaşkınlık fark ediliyor. Yol üstündeki yazlık evi ziyaret ettikleri andan itibaren Borg’un rüyalarla anıların karıştığı zihnine tanıklık ediyoruz. Bu sahnelerden birinde Sara profesöre bir ayna yöneltip kendisine bakmasını, yani kendisiyle yüzleşmesini bekliyor. Diğer bir sahnede ise profesörün geçmişte tanıklık ettiği, ölen eşi Karin’in kendisini aldattığı anda Karin’i elinde bir ayna ile görüyoruz. Ancak bu sahnede Karin, aynayı Sara’nın aksine profesöre değil de kendisine doğrultuyor. Karin de tıpkı Borg gibi aynaya bakmaktan ve kendisiyle yüzleşmekten tedirginlik duyuyor. Ancak Borg’un aksine bu yüzleşmeden kaçınmıyor gibi görünüyor.

Yaban çileklerinin çağrıştırdığı ve kalp kırıklıkları içeren mutlu gençlik anıları, yerini Borg’un kendini ansızın içinde bulduğu mahkeme salonuna bırakıyor. Mesleki yeterliliğinin sorgulanır göründüğü bu salonda, profesörün bildiklerinin o anda hiçbir anlam ifade etmediğini ve karşılık bulamadığını görüyoruz. Bu sahne, Sara’nın profesöre söylediği cümleyi bize tekrar hatırlatıyor: “Çok şey biliyorsun ama hiçbir şey bilmiyorsun”. Bergman, Profesör Borg’un gönüllü olarak peşinden gittiği bilme arzusunun onu bencilliğe ve merhametsizliğe sürüklediğini bize göstermek istiyor. Ve bunun cezası olarak da profesörün yalnızlığına işaret ediliyor. Her ne kadar yalnızlık bir ceza olarak profesörün hatalarına uygun görülse de, Bergman film sonunda Borg’dan yana bir tavır alıyor. Filmin sonunda profesörün oğluyla, geliniyle ve yanında çalışan Agna ile ilişkilerini düzeltmeye çabaladığını görüyoruz. Borg’un hissettiği yalnızlık ve ölüm korkusu üzerine örülen bu filmde, gerçek-rüya ve geçmiş-şimdi düzlemlerinin sık sık kaydığı ve birbiri içinde eridiği hissediliyor. İzleyenlerde tezat duygular uyandıran, yaşama ve inanca dair bildiklerimizi – ya da bildiğimizi sandıklarımızı – sorgulatan bu film, Bergman’ın değerli seçkisinde yerini alıyor.

Görsel Kaynakça:

https://hammockmagazine.ge/en/post/sizmari-kinoshi-alternatiuli-realobis-shekmnis-khelovneba/995
https://www.britannica.com/biography/Ingrid-Thulin

Leave a Reply