ŞERİAT MAHKEMELERİNİN KALDIRILMASI, Cumhuriyet döneminde hukuk alanında gerçekleştirilen devrimlerden biri (4 Ekim 1926). Kurtuluş Savaşı sonrası devleti kuran ve yönetenler, bu devletin her alanda çağdaş bir yapıya ulaşmasını amaç edindiler; bunun için de öncelikle, hukuk düzeninde mevcut kurumları laik bir yapıya kavuşturmak gerekiyordu. Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu’nun kabulü ve yürürlüğe girmesiyle birlikte Osmanlı döneminin şeriat hükümlerini uygulayan Şeriat Mahkemeleri kaldırıldı (4 Ekim 1926).
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün mana ve şekilleriyle uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâbımızın temel ilkesi budur.”
M. Kemal ATATÜRK
Devlet sistemlerini, hukuksal ve siyasal bakımdan ikiye ayırabilmek mümkündür. Bunlardan birincisi; Tanrısal haklar sistemine dayanan, yönetilenlerin haklarından çok, yönetenin haklarını belirleyen ve koruyan hukuk sistemidir. Böyle bir devlet dizeninde egemenliğin kaynağı Tanrısal olup, Tanrı, yeryüzünde seçtiği kişiler aracılığıyla bu egemenliği kullanır. Kişilerin, Tanrı adına hareket ettiğini iddia eden bu yöneticilere, mutlak şekilde itaat edilmesi ve emirlerinin eksiksiz olarak yerine getirilmesi zorunludur. Yönetilenler, yöneticilerinden hesap sormak hakkına sahip değildirler, çünkü onu kendileri seçmemişlerdir.
Bu anlayışa bir tepki olarak ortaya çıkan ve 17. yy’dan itibaren biçimlenen ikinci sistem ise; doğal haklar ya da insan haklarına dayalı devlet biçimleridir. Bu sisteme göre; bireyler doğuştan itibaren ellerinden alınamaz ve başkalarına devredilemez bazı haklarla dünyaya gelirler. Bu haklar; yaşama hakkı, kendi kendini yönetme hakkı, vicdan ve inanç özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kabul edilmiş olan hak ve özgürlüklerdir. Bu sistemlerde yönetilenler, kendi yöneticilerini seçme ve onlardan hesap sorabilme hakkına sahiptirler. Yöneticiler belli bir süre için seçilen, kutsal kişiliği olmayan, halkın içinden ve sıradan insanlardır. Milli egemenlik temeline dayanan bütün demokratik sistemler bu kategoride yer alır.
Bir toplumda geçerli olan hukuk sistemi; o toplumda yaşayan bireylerin arasındaki ilişkileri ve bireylerle devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallardan oluşur. Böyle bir sistemin olmadığı yerde; anarşi ve kaba güç egemen olur ve huzursuzluk meydana gelir. Yukarıda sözünü ettiğimiz devlet biçimleri kendi hukuk sistemlerini, yapısal özelliklerine göre geliştirmişlerdir. Dinsel devlet, kendi hukuk sistemini dini ve nakli kurallara göre; demokratik sistem ise, bilimsel ve akılcı kurallara göre belirlemiştir.
Osmanlı Devleti yukarıda anlatılan devlet sistemlerinden birincisine benzetilebilir. Devlet düzeni, tanrısal haklar kuramına göre oluşturulmuştur. Bu düzenin hukuk sistemini ise, genel olarak şeriat meydana getirmiştir. Şeriatın başlıca dört temel kaynağı vardır: İslamiyetin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in uygulamaları yani, “sünnet”; sözleri demek olan “hadisler”, karşılaştırmalı hukuk yani “kıyas-ı fukaha” ve bir konuda İslam hukukçularının görüşlerine başvurulması anlamına gelen “icma-i ümmet” tir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme dönemlerindeki yöneticileri, kendilerini şeriatın katı kurallarına bağlı saymamışlardır. Çünkü Osmanlı Devlet düzeni ve hukuk sistemi, Orta Asya devlet ve hukuk sisteminin yanı sıra, Anadolu, Bizans, İran devlet ve hukuk sistemlerinden de oldukça etkilenmiştir.
Eski Türk hukuk sisteminden kadının önemli bir hakkı ve yeri varken, İslami geleneğe göre düzenlenen Osmanlı hukuk düzeninde bu yer ve haklar, bir hayli kısıtlanmıştır. Eski Türklerde, Hatun, Hakan’ın kutsal sayılan sol yanında oturur ve kurultaylara katılarak önemli görevler üstlenebilirdi. Oysa Osmanlı’da kadın, devlet yönetiminin dışında bırakılmış ve bazı önemsiz görevler alabilmesine izin verilmiştir. Yargı önünde iki kadının tanıklığı, bir erkeğin tanıklığına eşit olup, mirastan kadının daha az pay alması öngörülmüştür. Bir erkeğin dört kadın alabilme ve istediği sayıda cariye tutabilme hakkı vardır. Erkek açısından boşanma işlemi son derece kolaydı. Bu ve benzeri örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı hukuk düzeninde kadın-erkek eşitliği yoktu. Bunun yanı sıra, Osmanlı hukuk düzeninin Sünni mezhebinin kuralları çerçevesinde hazırlanmış olması da, Müslümanlar arasında bile hukuksal ayrılığın var olması sonucunu yaratmıştı.
Öte yandan Osmanlı hukuk düzeninde, Müslüman-gayrimüslim ayrılığı söz konusuydu. Gayrimüslimlerle Müslümanlar, hukuk önünde eşit değillerdi. Tanzimatla birlikte, bu eşitliği sağlamak amacıyla, yeni düzenlemelere gidilmiştir. Kapitülasyonlardan yararlanan gayrimüslimler, Tanzimat’tan sonra kendi hukuk düzenlerini kurmuşlardır. Tanzimat ile beraber mahkeme çeşidi de arttırılmıştır.
Osmanlı yargı sisteminde görülen bu dağınıklık devletin giderek zayıflamasına ve bireylerin devlete olan güvenlerinin sarsılmasına yol açmıştır.
Osmanlı uyruğu olmayan yabancılar da kendi hukuk düzenlerini kurunca, devletin hukuk düzenindeki bütünlük, temelinden sarsılmıştır. Hukuk düzenindeki ayrılık, bireyler arasında hoşnutsuzluk yaratmış ve vatandaşların devlete olan güveninin sarsılmasına yol açmıştır. Tanzimat’tan itibaren hukuk düzeninde yapılan değişiklikler de bu olumsuzlukları giderememiştir.
1876 yılında kabul edilen Kanun-u Esasi, Padişah ve Halife’nin kutsal kişiliğini onaylamış ve devletin dinini İslam olarak belirlemişti. Aynı Anayasaya göre; saltanat ve halifeliğin Osmanlı soyundan gelen en büyük erkeğe ait olacağı kabul edilmişti.