Hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi… Zamanın ‘big bubble’ popülerliğinde sakız kavramları olan bu sözcükler pek de öyle dile dolandığı, ağızda çevrildiği kadar anlaşılması kolay kavramları ifade etmiyorlar aslında. Öyle ki kullanıldıkları bağlamın kendine özgü nitelikleriyle farklı açılardan tartışılmaya da devam ediyorlar. Bu nedenle de oldukça dinamik kavramlar oldukları görülüyor. Öte yandan öyle değersiz cümlelere, öyle yanlış önermelere alet ediliyorlar ki hunharca katledilen kavramın çığlıklarını işitiyoruz hemen her saat başı.
Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile ilgili çeşitli sıralamalarda başarısızlığın parlayan yıldızı olan ülkemde ve sözde özerk yapısı itibarı ile ‘özgürlükçü’ tutumun savunucusu olmasını beklediğimiz üniversitemde de özgürlük ve özellikle de ifade özgürlüğü kavramının biçimsizce çiğnendiğini gözlemliyorum. Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen bahar şenliği ile ilgili gazetemiz köşe yazarlarından birinin kaleme aldığı yazıyı özel olarak eleştirerek medyada sıkça rastladığımız sulu âşık atışmalarına girmek istemem; zira üzerine söz söylenmesi gerekecek kadar ciddiye alınası bir yazı olduğunu da düşünmüyorum. Ancak içerdiği fikirlerin sert bulunması üzerine geliştirilen ifade özgürlüğü tartışması dikkatimi çekti. Esas itibarı ile yalnızca ifade özgürlüğünün tanımı ve normatif sınırları üzerinden tartışmayı yürütmenin doğru olduğunu düşünmüyorum, kaldı ki konuyla ilgili pozitif düzenlemeler eleştiri konusu yapılabilirse de bunlar gündelik yorumlarla esnetilemeyecek kadar ciddi ve temel düzenlemelerdir. Konuya kamu hürriyetleri genel başlığından hareket ederek yaklaşıldığında sonuçta ifade özgürlüğüne rasyonel bir yaklaşım sergilenebileceği düşüncesindeyim.
Toplumsal yaşamın var olduğu yerlerde – hatta organize bir toplum ihtiyacı olmaksızın birden fazla kişinin müşterek bir yaşam alanı paylaştığı her yerde – sınırsız özgürlük diye bir şeyden bahsedilemeyeceği açıktır. Şu halde, özgürlüklerin birey yönünden pratik bir değer ifade edebilmeleri; onların sınırlarının belirtilmesi, kullanılma şekillerin belli ölçüde gösterilmesi ve ayrıntılı kurallarla çerçevelenerek koruma altına alınmalarına bağlıdır. Bu kural, klasik söylemde ‘bir bireyin özgürlüğü diğerinin başladığı yerde biter’ anlayışını yansıtmaktadır. Siyasal sistem açısından konuya değinildiğinde sorulması gereken soru şu olmaktadır: Özgürlükçü demokratik düzen, bireye her alanda düşünce ve hareket serbestliği tanıdığına göre; bu serbestliği, özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik düşüncelere tanımak düzenin varlığını tehdit eder mi? Ederse buna engel olunmalı mıdır?
Ondokuzuncu yüzyıl siyasal liberalizm geleneğine dayanan liberal demokrasi savunucularına göre sistem için zararlı ve tehlikeli görülen fikirlere karşı en doğru çözüm mutlak olarak açık ve serbest bir tartışma rejiminde bulunur. Sistemin varlığını tehdit eden fikirler dahi kamuoyu önünde açıkça tartışıldığı zaman tehlikeli olmaktan çıkacaktır. Esas tehlike, bu fikirlerin yeraltına itilerek varlıklarını illegal yollara dayandırmalarındadır. Özellikle düşünce ve düşüncenin açıklanması özgürlüğü sadece vatandaşların yararına değil, demokratik sistemin sağlığı bakımından gereklidir. Bu görüşün en önemli savunucularından biri olan Zechariah Chafee, sistemi tehdit eden düşüncelerin sistemin işleyişine ilişkin yararlı ve uyarıcı eleştiriler getirebileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak uzun vadede bu düşüncelerin sistemin ilkesel anlamda oturmasını sağlayacağı düşüncesini öne sürmektedir.
Buna karşılık, demokratik ideal savunucuları özgürlükleri yok etmek amacıyla hareket edenlerin özgürlükler üzerinde hak iddia edemeyeceklerini öne sürerler. Bu düşünceyi destekleyenler, her rejim gibi demokratik rejimin de öncelikle kendi varlığını ve temellerini oluşturan özgürlüklerin varlığını koruma altına alacağını savunurlar. Varlıksal açıdan kendisine yönelen tehditleri bertaraf edemeyen bir sistemin, güvence altına aldığı özgürlükleri korumaktan da aciz olacağı ve sistemin kendisiyle çelişeceği öne sürülür.
Teorik tartışmanın ötesinde pratik ve pragmatik açıdan meseleye yaklaşıldığında ise toplumun özgürlükçü demokratik rejim ile uyumunun göz önüne alınması gerekir.
Mutlak liberal demokrasi savunucularının teorik alandaki en büyük boşluğu siyasal sistem olarak demokrasiyi benimsemiş toplumların demokrasinin temel ilkelerini geniş ölçekte içselleştirmiş oldukları varsayımıyla hareket etmeleridir. Eğer toplum geniş ölçekte demokratik rejimin güvence altına almış olduğu özgürlükleri ilkesel bazda benimsemiş ise zaten hiçbir totaliter düşünce, sistemi ve kaynağını aldığı özgürlükleri tehdit edebilecek niteliğe ve niceliğe sahip olamayacaktır.
Öte yandan, bir toplumda demokrasi henüz kurulma aşamasında veya yerleşme çabasında ise rejimin kendini korumaya almaksızın her türlü anti-demokratik yaklaşıma izin vermesi beklenemez. Ereksel açıdan rejimin kuruluşuna aykırı bir beklenti olur bu. Böyle toplumlarda güvenliği sağlanamayan özgürlüklerin çok yönlü sınırlandırılması gerekir (Militan Demokrasi).
Militan demokrasi anlayışı 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de esas itibarı ile kabul edilmiştir. Bu gelişmelerin temelinde liberal demokrasi anlayışına dayanan Almanya’daki Weimar demokrasisinin nasyonal-sosyalistlerin suiistimaline açık hale gelmesi sonucu yaşanan felaketlerin olduğu söylenebilir.
Bu gelişmelerin Türkiye’ye yansımış olduğu da bir gerçektir. 1982 Anayasasının bir takım düzenlemeleri çağ dışı olsa da 1961 Anayasası özgürlüklerin korunması bağlamında uygulamadaki ve doktrindeki gelişmelerle uyumlu bir tutum sergilemiştir.
Teknik anlamda özgürlüklerin kim tarafından, nasıl ve hangi ölçütlerle sınırlandırılacağı konusu her ne kadar normatif olarak bazı temellere dayandırılabilirse de ciddi bir tartışma konusudur. Devletin bu konudaki tekeli demokratik rejimlerde yasama organında yansımasını bulur, ancak yasamanın her zaman doğru hareket ettiği söylenemeyeceği gibi yargısal denetimde kullanılacak olan hukuka uygunluk ölçütleri de ‘kamu düzeni’ gibi oldukça esnek kavramlara dayanmaktadır. Bu konu ayrı bir yazı konusu yapılabilecek genişlikte olduğundan bu kadarıyla yetinmeyi tercih ediyorum.
Tüm bu tartışmalar Türkiye bağlamında değerlendirildiğinde sanıyorum ki ilkesel temelde demokratik rejimi topluma entegre edebilmiş bir ülke olduğumuzu savunan çıkmaz. Her ne kadar toplum olarak bir çıldırma halinde olduğumuzu düşünsem de yüzde 10 seçim barajını haiz demokrasimizin en çok yararlanan ögesi siyasal iktidar bile henüz bu iddiayı öne sürmemiştir. Dolayısıyla militan demokrasi anlayışı uygulamaya konulmalıdır, konulmaktadır da.
Buradaki ilginç nokta şudur: Batı değerlerine büyük ölçüde karşı çıkma eğiliminde olan ‘siyasal islam destekçileri’ diye adlandırılan kesimin özellikle ifade özgürlüğü konusunda liberal demokrat tutuma sahipmiş gibi görünmesidir. Bunun bir yanılsama olduğu açıktır. Her fırsatta toplumsal gerçeklere sarılmayı düstur edinen bu kesim tek yönlü bir liberal duruş sergilemektedir. İnsanların yaşayış biçimlerinin, eğlenme yollarının eleştirilmesi ve hatta dini bir emirle yasaklanmış olduğunun savunularak bu emrin hatırlatılmasının da emrin kapsamında olduğunun beyan edilmesi mümkündür; ancak bunun tam tersi bir argümantasyonda dini inançların ve uygulamaların da aynı sertlikte eleştirilebildiği bir ortamda. Bu ortam ki yukarıda bahsedilen demokratik rejimin temellerinde yatan özgürlük anlayışının toplum nezdinde ilkesel bir uzlaşıya konu olduğu bir ortamdır. Böyle bir siyasî olgunluğun topluma sirayet ettiğini düşünmüyorum. O nedenle kamu hürriyetlerine yaklaşımın militan demokrasi anlayışına uygun bir biçimde düzenlenmesi gerektiği görüşündeyim; ancak tekrar belirtmek isterim ki bu düzenlemeleri yapan otoritenin demokratik yapısı oldukça şüphelidir. Tek parti iktidarının özgürlüklere gün aşırı şekil verdiği ve bağımsız bir yargı denetimine tabi tutulamadığı bir ülkede bu tartışmanın pek bir anlamı yoktur. İfade özgürlüğü de zaten siyasal iktidarın tek yönlü insiyatifindedir. O yüzden:
Telaş etmeyin, kullanınız efendiler ifade özgürlüğü sizindir (!)