Önceki yazımda Osmanlı-Türk Modernleşme hareketlerinin enteresan bir siması olan Ahmet Cevdet Paşa‘dan söz etmiştim. Bugüne kadar yazdığım yazıların arasında en çok ilgi gören yazılardan biri oldu. Gayet tabii, Cevdet Paşa ilgi gören bir aydın ve devlet adamı figürü. Öyle ki Cevdet Paşa, bir yandan Osmanlı’dan Kemalizm’e devrolunan devlet eliti şuurunun değişmez muhafazakâr modernleşmeciliğini yansıtmakla kalmıyor, bir yandan da Osmanlı’nın çözülme döneminde reaya ile arasına duvar örmesiyle bilinen medresenin aydın bir temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor. Aslına bakılırsa Cevdet Paşa örneğindeki nüansın ayırdına varmamızı sağlayan etmen, günümüzde kültür eleştirisini yalnızca modernizme münhasır kılan tutarlı bir muhafazakâr entelektüel yaşamının özlemini duymamızdır.  Bu özlemin panzeri, Cevdet Paşa’yı inşa eden ekoldür. Tanpınar’ın o güzel deyişiyle: “Cevdet Paşa, Ibn Haldun’un son şakirdidir.”

Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895)

Cevdet Paşa’nın Tanzimat’ın kendine özgü düşün hayatındaki pozisyonu kayda değerdir. Nitekim Tanzimat Dönemi, gerek olaylarıyla, gerekse yarattığı fikri müesseselerle Osmanlı tarihinin en çok kurcalanan devirlerinden biri olmuştur. İslami söylemin Osmanlı elitleri nezdinde ıskartaya çıkarılması ve araçsallaştırılması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Trajiktir ki Osmanlı elitleri nazarında vücut bulan bir anti-entelektüalizm dalgası da bu dönemde gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Hepimiz Ahmet Mithat‘ın kuramcılığı reddeden, sadece pratik bilgi ve deneyimlere bağlılığı öğütleyen cümlelerinde popüler bir anti-entelektüalist üslubu duyumsarız. Yalnız Ahmet Mithat ve onun öncülük ettiği aydın zümresinde değil, bizatihi devleti yöneten akılda da bu üslupla zımnen el sıkışan bir araçsalcı yönelimi yakından sezeriz. Nitekim Paris Barış Konferansı (1856) sonrası Avrupalı devletlerce ilan edilmesi öğütlenen Islahat Fermanı’nın “farklı/yanlış yorumlanmaya imkan verecek” bir hukuki lafız ile kalem alınması bunun bir örneği olarak Cevdet Paşa aklı tarafından topa tutulmuştur. Sonrasında doğaldır ki “Tanzimatçılık”, Kemalist literatürde -2000’li yıllarda ulusalcı yazında bu vurgu daha da kuvvetlenecektir- “Tanzimat kafası/Tanzimat ruhu” denilerek reformistlikten azledilecektir. Hakikaten Kemalizm’in “Tanzimat kafası” diyerek yerle yeksan ettiği Tanzimat ile arasındaki organik bağı ve sayıca azımsanamayacak kuramsal devamlılıkları bir kenara bırakırsak, pek de haksız bir değerlendirme değildir bu. İşte Cevdet Paşa’nın hikâyesi, Tanzimatçı aydın ve devlet adamı portresinin talihsiz bir imajla karşı karşıya kaldığı ve sonrasında da bu çizgide resmedildiği böylesine çarpık bir devirde yazılmıştır.

Reformdan uzak kalmak Allah’a mahsustur. (Ahmet Cevdet Paşa)

Klasik Ortaçağ zihniyetiyle yoğrulan Osmanlı devlet adamlarının ağzına alamayacağı bu söz, sonrasında Kemalizm’e devrolunacak muhafazakâr modernleşmeci devlet aklının tohumlarının o dönemde atıldığı anlamına geliyordu. Batı’nın fenni üstünlüğünü reddetmeme ön kabulüyle harmanlanmış tipik muhafazakâr modernleşmeci akıl, devleti restore etme misyonunu yükleniyordu: Bir ülke için değişime mutlak karşı durmak, zamanla gelen değişikliklerin gereklerine sırt çevirmek bir selin önünde durarak intihar etmek anlamına gelir.” Şöyle bir parantez açalım, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığının en çarpıcı unsurlarından biri olan kutsal ve güçlü devlet imgesi, bu dönemde de kudretini yitirmiyor; elbette Cevdet Paşa aklının öngörüsündeki restorasyon, yalnızca devletin gençleştirilmesini kapsıyordu. (Aksi takdirde insan, devlet adı verilen organizasyondan yoksun kılınırsa “hayvandan farksızdı.”) Öyleyse bu aklı ele alırken İslami söylemi ve entrikacılığı reddeden, münhasıran devleti dinin ve toplumun banisi, yegâne meşruiyet pınarı olarak gören bir modernleşme tasavvurundan da söz etmek doğru olacaktır. Esasen Cevdet Paşa, Tanzimat’ın en büyük kazanımlarından biri olan kanunilik ilkesini kurumsallaştırmayı amaçlıyor ve kendi koyduğu kurallarla kaim bir devleti arzuluyordu. Bu sebepten dolayı A.Cevdet, Tanzimat aydınlarının o dönemde yalnız seçkinlere hitap eden hürriyetçi fikirlerine de mesafeli durmayı tercih etti. Örneğin, pek çok “coşkulu” Tanzimat aydınının aksine Cevdet Paşa, kendi deyişiyle kanun-ı kadime muhalefete varacak külli değişiklikleri değil, devleti ve “geleneksel düzenin hayatiyetini” muhafaza edecek kısmi değişikliklerin yapılması gerektiğini savunuyordu. A.Cevdet’in aklında, “koruma ve düzeltme, koruyarak düzeltme” diyerek tarif ettiği, Cumhuriyet Dönemi muhafazakarlığına vazgeçilmez miras olarak bıraktığı bir formül vardı, ancak toplumdaki hareketlenmeden de bihaber değildi. Öyleyse bu bağlamda değerlendirirsek Cevdet Paşa, Tanıl Bora‘nın anlatımıyla toplumun bir özne olarak söz almasını “fitne-fesat alameti” olarak algılıyor ve “yeni zamanlarda yönetilenlerin hareketlenme istidatını görüyor, bu istidatı kaynağında boğmak üzere, rızasını kazanarak kontrol etme yeteneğini elde etmenin yollarını arıyordu.” Bu vesileyle epey tanıdık gelecektir, söz konusu bakış, II. Abdülhamid‘in Tanzimat sonrası şekillenecek merkeziyetçi devletçiliği ve emperyalizme meyleden aşkıncı hırsıyla da el sıkışacak, devletin modernleşmesinin devletin güçlenmesi sonucunu doğuracağı öngörüsüyle destek bulacaktır. Aslında bir yandan ilerici ve liberal zihinlerin doğal olarak problemli bulacağı bu görüş, bu olumsuz liberal mahiyetli eleştiriye benim de tamamen katılmamla beraber, bir yandan da “Tanzimat kafası”nın çarpıklığı ve eksikliğine karşın, sağlam temelleri ve tutarlılığıyla kuramsal bağlamda değerli bir argüman olarak ilerici ve modernist zihinlerde her daim yer edinecektir.

Pek tabiidir ki Cevdet Paşa’nın modernleşmeye bakışı uzun yıllar devleti yöneten kimselerce benimsenecek, akademide Osmanlı ve Cumhuriyet idarecilerinin politik tahlilleri de bu yüzeyde yapılacaktır. Modernleşmeyi devletin şahsında vuku bulan bir hareketlenme olarak değerlendiren, fakat en azından var olan insicamıyla klasik Tanzimat pragmatistliğinden ayrılan bu anlayış, olumlu özellikleriyle hakkını teslim ettiğimiz bir cereyan olmasına karşın, öte yandan bir hayli sorunlu ve illiberal karakteriyle Cumhuriyet Dönemi’nde de meşruiyet üretme endişesinin dayanağı olarak zihinlere kazınacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, sonuçta ilerici çevreler nazarında da mühim olanın, hiçbir ilerici düşüne muhafazakâr olmama kaygısıyla hareket etmek olduğu çıkarımına varılırsa, Cevdet Paşa’nın geç-Osmanlı tarihindeki değeri -belirttiğim olumsuz eleştirilerle beraber- daha iyi anlaşılacaktır.

 

Kaynakça:

  • Berkes, Niyazi. Türk Düşününde Batı Sorunu. Bilgi Yayınevi. İstanbul 1975.
  • Gencer, Bedri. “Ahmet Cevdet’in Toplum ve Tarih Görüşü”. İstanbul 2015.
  • Heper, Metin. “The Ottoman Legacy and Turkish Politics”, Journal of International Affairs, 2000.
  • Timur, Taner. “The Ottoman Heritage”, Turkey in Transition, 1987.
  • Özbudun, Ergun. “The Continuing Ottoman Legacy and The State Tradition in the Middle East”, 1996.

 

 

Leave a Reply

1 comment

  1. Uğur GÜNAY

    Güzel kardeşim orta çağ avrupa için orta çağ dır, osmanlı dönemi için orta çağlık bir durum söz konusu olamaz, avrupa orta çağ rezilliğinin insan dışılığın pisliğin açlığın içindeyken osmanlı da çok fenni ve modern bir hayat yaşanıyordu, dolayısıyla osmanlı devlet adamlarının “klasik orta çağ” zihniyetiyle yoğrulmaları imkansızdır.
    Ayrıca devletin “modernleşmesi” devletin güçlenmesi sonucunu kesinlikle doğurmaz. Tarihte hiç bir islam devleti “modernleşerek” güçlenmemiştir. İslam devletlerinin tarihlerini okursan ne ile güçlendiklerini rahatça görebilirsin. Buna en büyük örnek Türkiye’dir, 200 yıldır modernleşmeye çalıştıkça dibe batıyoruz ve fakirleşiyoruz, çünkü modernlik ve muhasır medeniyet denen kavramlar avrupanın ve siyonizmin uydurduğu aslında hiç bir devletin sömürmeden hak yemeden ulaşamayacağı hedeflerdir. Tek bir güçlü devlet gösterin bana sömürmemiş olsun. Ben size sayarım biz Peygamber Efendimizle başlayan İslam devletiyle birlikte emeviler abbasiler selçuklular ve osmanlı devletleri hiç bir ülkeyi sömürmeden o güçlere ulaşmış nasıl mı Allah(c.c) rızası ile. Allah(c.c)’ ın emrini dünyaya duyurmak için uğraşmışlar ve başarmışlar sonra neden mi kaybetmişler güçlerini; Allah(c.c)’ ı bıraktıkları için Allah(c.c) da onları bırakmış, başta Kudüs olmak üzere müslümanların başı bu yüzden beladan kurtulmuyor . Selam ve dua ile..