“Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…”
19 Ocak 2007’de, İstanbul’daki Agos gazetesi yakınlarında, sırtından 3 el silah ateşi ile öldürülen Hrant Dink’in karısı Rakel Dink’in; “turnaya” dönüşüp kanat çırpmadan evvelki karanlığa bıraktığı sözlerdi bunlar.
“Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi” olarak tanımlanır sözlüklerde linç kelimesi. [1] Modern bir kelime olarak anılan linç(lynch)in isimsel olarak doğuşuna ilişkin bugün 4 teori varsa da, en azından ‘lynch’ soyadından doğduğu müşterek bir zemindir. Kavram olarak kullanılışı ve yaygınlaşması içinse, Amerikan iç savaşının akabinde siyahilere uyguladığı şiddetle nam salmış Ku Klux Klan gruplarının eylemleri gösterilir. Adlandırılış tarihleri bakımından yaşının küçük olduğu düşünülse de aslında sağlam bir Ortaçağ geleneğini ardında taşımaktadır bu kavram.
Ortaçağ öncesi meseleleri için katliam yahut linç gibi keskin ayrımlarla konuşmak; grup-toplum-güruh ilişkisinin belirsizliği açısından pek mümkün değildir. Gelenekselliğini Ortaçağ’dan başka yere koyamıyor oluşumuza dair bir başka nokta ise, Avrupa Ortaçağ’ından çırçıplak yalınlıkla kalan birkaç gerçeklikten biri oluşunda yatar. Cadı avları, Engizisyon kültürü ve meşaleli tırpanlı linç grupları… Avrupa tarihi süresince farklı şekillerle de olsa özünü koruyarak karşımıza çıkmaya devam eden “linç”; şahlanarak selamladığında ise bizleri – şaşırtmayacaktır ki- tarih 1930’lardır. Milli devlet tanımları, Nazi Almanyası, Faşist italya, Stalin’li Rusya…
Esasen hiçbir hukuk düzeninde “ihkak-ı hak”ın, yani cezalandırma eyleminin doğrudan yetkili merciden alınarak uygulanmasının yeri olmasa da, paradoksal olarak hep beraber var olagelmişleri söylenebilir. İslam kültürünce günah kabul edilen ve hukukunca da reddedilen ihkak-ı hak –ya da sadece linç- “Recm” üzerinden vücut bulmuş ve bir kez daha kazanmıştır. Geç-Osmanlı’nın ve Türkiye’nin ise hesaplaşmaya doyamadığı, en çok kullandığı ama ciddiyetini inatla kavrayamadığı bir unsur.
[box_dark]Dayanak Noktaları[/box_dark]
Sosyal teoride ajitasyon ifadesini temellendirmesine dahil edilen linç için aslolan ‘halktan bir topluluğun’ kitle psikolojisi doğrultusunda medeniyet kaybı yaşaması, toplumdan sıyrılıp “güruhlaşmasıdır”. Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın ‘ezici’ üstünlüğü ile anonimleşen ajitasyon destekli bu grupların kolektif bir utanç yaşamayışı toplum vasıflarına; münferit vicdanı susturuşları ise ‘medeniyet’ kaybına delalettir.[2]
Kitlelerin – ya da kütlelerin- hukukun iyi işlemediğini, suçluların layığını bulmadığını, suçluluğu aşikâr kişilerin cezalandırılmasında prosedürlerin yavaş kaldığını, hatta bu kişilerin normal hukuku hak etmediğini düşünmeleri ile toplumsal bir şiddet biçimi olarak beliriyor linç. Çoklukla kriz anlarında aranan ‘günah keçisi’ne yönelen bu kavram; günah keçisinin belirlenişinde de keçinin kurban edilişinde de belirli bir değer ve değerler silsilesinden beslenir. Nazi Almanyasında güçlü tarihsel bağı ile Yahudi düşmanlığı Yahudileri günah keçisi olarak görmeyi kolaylaştırmıştır. Bazen bir insan bazen bir topluluk ve hatta bir toplum günah keçisi ilan edilebiliyor ve şiddetin nesnelerine yönelen tavır kavramın türünü ve şeklini belirleyebiliyor. Psikolojik ve fiziksel olarak kabaca iki başlık altına sıkıştırsak da, eninde sonunda, psikolojik şiddet fiziksel şiddetle buluşacak ve sınıflandırmayı anlamsızlaştıracaktır.
“Bana her şeyi desinler ama bu ülkeyi sevmediğimi söylemesinler.”
1993-99 arası gazetelerde belli yazarların cahillikle, bazılarının teröristlikle suçladığı, bazı sanatçıların hain Ahmet diye andığı psikolojik linç çalışmaları 11 Şubat 1999 gecesi, MGD ödül töreninde ‘milli şuur’ ekseninde birleşerek topyekûn fiziksel linçe dönmüştür Ahmet Kaya için. Bölücülüğün(!) beden bulmuş hali, insan olmaktan uzak, salt nefrete layık (!) Ahmet Kaya’nın benliğinde vücut bulan günah keçiliği makamı, linçini vacip kılmış ve bu olay toplum hafızasını silmek gibi varlıksal bir görevi olan linçin hafızalara kazınmasına sebep olmuştur. Ahmet Kaya’yı ‘üşütse’ de, linç tarih sahnesinde bu defa gol yemeye mahkûm kalmıştır!
[box_dark]Linç’in Gizli Öznesi[/box_dark]
Kuşkusuz bu gibi vakalarda bir başka özne/gizli özne daha var: Devlet. Yurttaşlarını denetleme ve hatta kapatma gücüne sahip devletler, “şiddeti kullanma tekeli”nde boşluklar bıraktığında, suçluları cezalandırmadığında ortaya çıkar “ihkak-ı hak.”[3] İlk bakışta devleti sadece bu yönüyle özneleştiriyor gibi dursa da, esasında şiddeti “hesaplı hale getiren” yönetim teknolojileri ile devlet öznelikte birinci sıraya yerleşiyor. Devlet nezdinde “münferit eylemler” olarak anılan linç eylemleri bu “geçici delilik” kisvesi altında sosyo-psikolojik olarak da aklanıyor ve ancak devletin bekasının tehlike ile karşılaşmasıyla üslupta değişim söz konusu oluyor.
Hrant Dink’in öldürülüşünün hemen akabinde ‘Aslında Türklere ve Türklüğe hakaret etmişti…’ minvalindeki söylemlerin temeli de Ogün’ün ellerinde ferdi duran o güruhlaşmış öfkeyi aklarken, bir taraftan da büyük bir misyonla yaymasıdır. ‘Bir bebekten bir katil yaratan karanlık’ aslında bu ülkenin köklü linç kültürünün isimlendirilişi, ferdilendirilişidir belki de!
Soyut bir hukuk devleti ilkesinden ziyade devletin üstünlüğüne halel getirmek ve kontrolü elden yitirmek meseleleri ile önüne geçilme kararı alınan linçlerin devletle ilişkisi, ondan beslenirken ona hizmet edişinin de vazgeçilmezliğinin altını çizmektedir. Toplum mühendisliğinin yaygın bir aracı olarak yönetsel arayışlar ve idare tekniklerinin emrine sunulan linç; toplumsal dayanışma arayışı ya da toplumsal duygu paylaşımı bazında içe kapanık bir yol seçer ve sıklıkla etnik, yerel değerlerin yaratımı gündeme gelir. Bağışlanası “milli öfke”; “milli birlik” duygusunu örerken toplum olma vasfından ödün verilmesi ise yine devletin ehemmiyet eğrisinde yer almıyor.
Burada belirtilmesi gereken bir nokta da Madımak Katliamını bir linç olarak koşulsuz kabul edişimize karşın, içinde “geziye katılmayana” yönelen sembolik şiddeti- ki fiili linçle buluşmuştur da- direk bir linç olarak alamayışımıza ilişkindir. Ya da elindeki %50’yi zor tutan –o zaman için- Başbakan’ın bu söylemi üstü kapalı linç tehditti iken, linç hareketine mahal verecek bir öfkeyle doğmayan ama buna sürüklenmekten de kendini kurtaramayan gezinin ‘haticesine’: İsyan ahlâkı!
Bugün, coğrafya ayrımı yapmadan modern hukuk düzenlerinin bodrumlarında sakladığı işkence aleti Linç; her an değişmeye hazır tanımları ile isyan kültürünün anlamlandırılmasına uzaksa da, sokağa “karanlık” yoldan çıkmanın anlamını ortaya koymuştur.
KAYNAKÇA:
1-Ali püsküllüoğlu (Türkiye’nin linç rejimi- bora. t.)
2- 3- kampfplatz- cilt 2 sayı 6- sf 46