Her şey 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle başladı. 1876 ve onu takip eden 1877 ile 1878 yılları, Osmanlı tarihinin en uzun yüzyılının,[1] en uzun üç senesiydi. Kuzeyde Rus Çarlığı, sıcak denizlere inme emeliyle bir yandan Kafkaslardan, diğer yandan Balkanlardan saldırı üstüne saldırı yaparken Osmanlı Avrupası’nda çıkan milliyetçi isyanlar da devletin üst yönetiminin uykularını kaçırıyordu. İngiltere’de Gladstone Hükümeti’nin, Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne yönelik İngiliz politikasını olumsuz yönde değiştirmesi de Avrupa’dan alınan desteği gittikçe azaltmıştı. Nitekim 1877’de çıkan 93 Harbi sonucunda Rus askerini bugün Atatürk Havalimanı’nın bulunduğu, İstanbul’un Yeşilköy semtinde görme talihsizliği yine bu yıllara nasip oluyordu.
1876 Anayasası’nın (Kanun-i Esasi) kendine verdiği yetkiyle 93 Harbi’ndeki bu rezaletin sorumlusu olarak gördüğü Mithat Paşa’yı[2] sürgüne gönderen II. Abdülhamid, 1878’de Meclis’i tatil etmiş ve 1908 sonuna kadar da göreve çağırmamıştı.
Her ne kadar bu üç yıl gayet yoğun geçse de sorunlar, 1878’de son bulmamıştı. 93 Harbi’nden 1889 yılına kadar geçen 12 yıllık süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika’da Mısır’ı, Tunus’u; Balkanlar’da Teselya, Sırbistan, Karadağ ve Bosna’yı; Kafkaslar’da ise Ardahan ve Kars’ı kaybetmişti. İşte bu ağır şartlar, 1889’da Tıbbiye Mektebi’nin dersliklerinde kurulan bir gençlik örgütünün liderlerini ve yapısını derinden etkilemişti. Kanun-i Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasının, tüm bu olumsuzlukların ilacı olacağını düşünen gençler, dönemin şartları açısından bu yapıyı gizli bir örgüt olarak kurdular. Bu örgütün adı, İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ydi. Dönemin şartları, çoğu zaman olduğu gibi yine en çok genç beyinleri etkiliyordu. Bu gizli örgüt, toplantılarını gizli yapması ve propagandaya girişmemesine rağmen askeri öğrenciler arasında hızla yayılmıştı[3]. 1892’de Sultan Abdülhamid yönetimi, bu örgütün varlığından haberdar olmuş ve 1895 yılına kadar geçen 3 yıllık süre içerisinde örgütün çoğu üyesi tutuklanmış veya sürgüne gönderilmişti. Tahta çıktığı yıl içerisinde önce amcası Abdülaziz’in ve sonra ağabeyi V. Murad’ın tahttan indirilirken maruz kaldıkları muamelelere şahit olan Sultan Abdülhamid, normal olarak oldukça şüpheci bir kişiliğe bürünmüştü. Bu durum, merkezi idarenin güçlendiği ve devlet baskısının arttığı Sultan Abdülhamid döneminde, Cemiyet üyelerinin fikir yapısının özgürlükçü bir yöne kaymasına sebep olmuştu.
Bu şartlar karşısında çözümü yarı gönüllü sürgünlerde bulan İttihatçılar, 1902’de Paris’te bir kongre toplayarak Batı toplumunun desteğini almaya çalıştılar. Bu kongrede Cemiyet’in bir iktidar alternatifi olduğuna ve iktidara gelmeleri durumunda Osmanlı İmparatorluğu’nu özgürlükçü bir yöne çevireceklerine dair hem Batılı gözlemcileri hem de kendilerini ikna etmeye çalıştılar. Bu durum göstermektedir ki, İttihat ve Terakki örgütü kuruluşundan 1902 yılına kadar bir fikir kulübü ve gençlik örgütlenmesi niteliğinde kalmış ve kendisini İmparatorluğun geleceğine talip olan bir siyasi kuruluş şekline dönüştürememişti. Dolayısıyla bu kongre, İttihatçılar’ın sağlam temellere dayanan muhalif projelerle ortaya çıkmaları bakımından bir ilkti. Bu gelişme üzerine strateji değiştiren Sultan Abdülhamid’in sürgündeki Cemiyet üyelerini yanına çekme planı başarılı olmuş ve bu dönemde Cemiyet, önemli bir kan kaybına uğramıştı. Kısa sürede tekrar güçlenen Cemiyet’in 1907’de düzenlenen İkinci Jön Türk Kongresi‘nde, Ermeni ayrılıkçı terör örgütlerinden Taşnaksütyun[4] ile beraber hareket etmesi, içerideki imajını zedelemişti. Makyavelist bir yaklaşımla hedefe giden yolda her şeyi mübah sayan İttihatçılar, dağa çıkmak dâhil türlü yollara başvurmanın neticesinde, II. Abdülhamid’in 24 Temmuz 1908’de Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koymasıyla ilân edilen II. Meşrutiyet yönetimiyle amaçlarına ulaşmış oldular.
1908 İhtilali, kısa bir anatomik incelemeye tabi tutulduğunda, bu hareketin İmparatorluğun çok uluslu ve çok katmanlı yapısında, Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu geniş bir muhafazakâr kitle de dâhil olmak üzere, büyük bir çoğunluk tarafından desteklendiği görülebilir.
Dağa çıkan İttihatçıların ne kadar güçlü olduğunu Selanikli Hüseyin Hilmi Paşa’ya soran Sultan’ın aldığı cevap manidardır: ”Kulunuzdan gayrısı İttihatçıdır, hünkârım.”
İttihatçıların bu ölçüde desteklenmesine sebep olarak yine II. Abdülhamid’in kendi politikaları gösterilebilir. Sultan Abdülhamid, döneminin şartları açısından büyük güçler arasında güttüğü zekice bir denge politikasıyla Rus tehlikesine karşı zaman zaman Fransa ve İngiltere’yi; İngiliz yayılmacılığına karşı da Alman politikasına yönelik diplomatik manevralarıyla, 1880’lerin ortalarından itibaren toprak kayıplarını en az düzeye indirmeyi başarmıştı. Fakat içeride gelişen Tanzimat sonrası fikir akımlarına karşı aşırı kuşkuculuğu ve sert politikaları neticesinde çeşitli grupların ona karşı birleşmesi, 1908’e sebep olmuştu.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânının ardından gidilen seçimlerde iki büyük parti yarışıyordu: İttihat ve Terakki Cemiyeti ile liberal görüşleriyle bilinen Ahrar Fırkası. Seçimler, o dönem Osmanlıcılık akımının öncüsü olan İttihatçı listelerin zaferleriyle sonuçlanmıştı. Seçimi kazanmalarına rağmen iktidar partisi olmayı reddeden İttihatçılar, kabine içindeki önemli mevkilerdeki üyeleri ve Meclis’teki güçleriyle bir baskı unsuru olarak kalmayı yeğlediler. Böylece seçimlerin ardından Osmanlı İmparatorluğu, en ağır şartlarla yüzleştiği son yıllarına İttihatçı kadrolarla giriyordu. İttihatçılar sonunda emellerine ulaşmış ve iktidar şarabından bir yudum almışlardı.
- Devam edecek…
[1] 19. yüzyıl için kullanılan bir akademik tabir
[2] Sorumlunun Mithat Paşa olduğu su götürmez bir gerçektir. Tersane Konferansı’nda kararlaştırılan Sırbistan’ın ve Karadağ’ın bağımsız olmaları ve Bulgaristan’a özerklik verilmesi kararlarını reddetme fikri, Mithat Paşa’nındı. Paşa, sonucun savaş olacağını bildiği halde bu yolu tercih etmişti, çünkü İngiltere’nin Kırım Savaşı’nda olduğu gibi Osmanlı’nın yanında olacağına inanıyordu. İngiliz Gladstone Hükümeti’ne Boğazlar konusunda güvence veren Ruslar, savaş ilan etmelerinin önünde bir engel kalmayınca saldırılara iki koldan başladılar. Burada Paşa’nın bir diplomatik hesap hatası söz konusudur. Ayrıca dönemin sadrazamlarından Mithat Paşa’nın ne yazık ki isyanları bastırmakta pek başarılı olamayan Osmanlı ordusunun esaslı bir reforma tabi tutulmadan Rus ordusu karşısında tutunamayacağını bilmediğini iddia etmek de yanlış olur. Yani 93 Harbi, devlet görevlilerinin askeri ve diplomatik yanlış hesaplarıyla içine itildiğimiz bir felakettir. Nitekim reddedilen bağımsızlık ve özerklikler, savaş sonrasında fazlasıyla verilmek zorunda kalınmıştır. Son olarak Sultan Abdülhamid’in Paşa’ya olan duygularında, amcası Abdülaziz’in şehadetine Paşa’nın adının karışması da etkilidir. Bu suçlamayla açılan davadan çıkan kararla Mithat Paşa idam edilmiştir. Paşa’nın bu davadaki savunması, “Merhumun (Sultan Abdülaziz’in) intihar ettiğine pek ihtimal vermedim. Ama diğer vekiller ses çıkarmadığı için ben de sustum.” şeklindedir. Her ne kadar yargılama kötü yapılmış olsa da, Mithat Paşa, Abdülaziz’in şehadetinden sorumludur. Devlet yapısını iyi bilen, en yüksek kademelerde yıllarca görev yapmış, dönemin İstanbul entrikalarına yüzlerce kez şahitlik etmiş eski bir sadrazamın ve dönemin kabinesinde görevli bir nazırın, Sultan Abdülaziz’e karşı bir suikastten ve girişimden habersiz olması mümkün değildir. Eğer Paşa olaydan habersiz idiyse, bu sefer de Paşa’nın görevini ihmal ettiğini söyleyebiliriz.
[3] Tabi bu yayılmada gizli ritüellere sahip bir cemiyete üye olmanın verdiği heyecanın da etkisi göz ardı edilemez.
[4] Taşnaksütyun, o dönem Doğu Anadolu’da Türk kuvvetleri ve paşalarına yaptığı saldırılarla ün salmış bir örgüttü.