“Her şey zıttıyla var olur” derler, bana kalırsa mesele, tezatların birbirini var etmesinden çok birbirinin varlığını fark ettirmesi. Yani, bir şey zıttı olmadan da var olabilir fakat tam anlamıyla görülemez, anlaşılamaz ve neticede kıymet görmez. Bu yüzden okuduğumuz bütün göz dolduran hikayeler ve bu hikayelerdeki kahramanlar bıraktıkları tesiri savaştıkları kötü karakterlere borçlu. İzleyiciler olarak baş rolü öne çıkarmak ve hikayeye biraz hareket katmak için kurgulanmış bu kötü karakterlerden kolaylıkla nefret ederiz. Peki, alıştığımızın zıttı olursa, yani hikayenin başrolü kötülerle savaşmak yerine kötünün ta kendisi olursa durum nasıl değişir, hiç düşündünüz mü? Bu konsepte lise dizilerindeki “bad boy” figürlerinden biraz aşinayız fakat yeni yetme bir liselinin içindeki iyi çocuğu keşfedilmesinden daha kompleks kurgulara yaşımız yetiyor artık.
Geçenlerde, sürekli sitcom izlemekten sıkılınca konfor alanımdan çıkma düsturuyla Peaky Blinders izlemeye başladım. Bir sitcomda başrolü sevmek kolayken, bu dizide her şey aynı pürüzsüzlükte ilerlemeyeceğini ilk bölümden anladım. Kafasında kasketi, ağzında sigarası ve cebinde silahı ile oldukça tekinsiz görünen Thomas Shelby’e başlarda epey çekimser yaklaştım, neticede adam pek de hayırlı işler yapmıyordu ve ona destek çıkmak etik ilkelerime uymayacak bir şeydi. Bu yüzden diziyi bir belgesel gibi izlemeyi, yani kimseyi desteklemeden salt olay örgüsünü takip etmeyi, kafaya koydum. Kendimi akışa bırakmak yerine vicdan mahkemelerimi kurmuştum bile. Fakat birinci sezonu bitirdiğimde kendimden hiç ummadığım bir şey oldu, bölümün sonundaki siyah ekrana bakarken kendime itiraf ettim: Thomas Shelby’i seviyordum! Hakkında bir şeyler öğrendikçe tıpkı lise dizilerindeki o “kötü çocuk” gibi özünde iyi biri olduğunu düşünmeye ve hatta ona acımaya başlamıştım. İşin özünde, yine hayatın binbir türlü haline kanıp etik değerlerimi elime yüzüme bulaştırmıştım.
Thomas Shelby. Resmin kaynağı: tr.pinterest.com
İyiyi ve kötüyü böylesine karıştırmamız ne tuhaf. Hayatın çok boyutluluğu ahlakımızı iki yüzlülüğe zorluyor. Neyi takdir edip, neye acıdığımızı ve hatta neyi kınadığımızı dahi bilmiyoruz, birtakım hislerimize güvenip yuvarlak hesaplar yapıyoruz yalnızca. Masum bir adamı öldürmekten ölesiye iğrenirken vatan uğruna yapılan savaşlarda tanımadığımız masum adamları öldürmeyi şeref biliyoruz mesela. Her nasılsa savaşırken ellerimiz temiz fakat alelade bir günde öfkeyle birini öldürürsek baştan başa kana bulanıyor. Tamam, kendimizce sebeplerimiz var ama sonunda hepsine sadece biz inanıyoruz. Kendi suçumuzun büyüklüğünü mecburiyetimizle hafifletirken bizim dışımızdakilerin hatalarına toleransımız yok, peki onların neye, ne kadar mecbur olduğunu nereden biliyoruz? Bugün midemizi bulandıran şeylerin içinde biraz kalsak alışacağız. Kazara kendimizi bir suç çetesi içinde bulsak mesela; çok geçmeden aralarındaki dayanışmadan gözlerimiz dolacak, üstüne bir de hayatımızı kurtarsalar onlara bir kahraman gözüyle bakacağız. Nerede o gururlu laflarla anlattığımız ahlakımız? Suçun kurbanına odaklanmak yerine suçlunun arka planına ve sebeplerine bakıp ona acımak için kaç mahrem bilgi gerekir bize? Geçmişi anarak meşrulaştıramayacağımız neredeyse hiçbir suç yok. Günün sonunda hepimiz sadece insanız ve hiçbirimiz, en vahşimiz bile tümüyle kötü değil. Öyleyse yaşananlardan kim sorumlu ve bu gudubet dünyada kimin yanında, kimin karşısında duracağız?
Kendime bunun gibi onlarcasını sordum. Aynı sezon içinde bir sürü Thomas Shelby tanıyıp defalarca fikir değiştirdim. Önce bir adam gördüm, beş parasız insanları hileli at yarışı bahislerine çeken ve paralarını alan bir adam, krallık iddia eden bir hırsız. Sonra başka bir adam gördüm, henüz bebekken bu kirli işlerin içine karışmış ve şimdi onları normal sayacak kadar kanıksamış bir adam. Babasının çocukken terk ettiği, gençecikken savaşa gidip tanımadığı adamları boğazlamış ve hâlâ kabuslarında yüzlerini gören bir kurban. Ailesini, dostlarını önemseyen, elleri kirlendiğinde gözlerindeki sarsılmayı görebildiğim ve en önemlisi sanki kalbi çirkin işleriyle hiç kirlenmemiş gibi saflık ve teslimiyetle bir kadını sevebilen, bir aşık… İlk izlenimimle son kararım arasında dağlar kadar fark vardı. Arka planı gözlerimi boyuyordu, bugününü yok sayıp geçmişine bel bağlıyor ve seviyordum onu. Bir katile, bir hırsıza acıyordum. Polise yakalanacak diye nefesimi tutuyor, yeni vurgunları için sevinip gülerken onunla mutlu oluyordum. Onu onayladığım için yapmıyordum bunu; sadece o kadar basitti ki doğruyu istediğim şekilde yontmak ve buna inanmak, çoğunlukla bunun için çaba bile harcamıyordum.
Bu kadar çok düşünmekten yorulunca mecburen ahlakımın çelimsizliğiyle barıştım. Neticede kimsenin hayatını etkilemeyen yetkisizin biriyim, ne kanun koyabilir ne de var olanları değiştirebilirim. Hâl böyleyken zayıflıklarımın gönlümce tadını çıkarmak en mantıklısı. Benim prensiplerim Thomas Shelby tarafından işgal edildi, sizinkinin katili bir başka havalı kötü karakter olabilir. Nihayetinde herkes bir gün iki yüzlülüğüyle yüzleşecek, ya bu fikri kabulleneceğiz ya da sitcom izlemeye geri döneceğiz.