İkinci Yeni’nin Evlatlarıyla Söyleşi (I) – Hayri Turgut Uyar

İkinci Yeni şiir akımının en önemli şairlerinden olan Turgut Uyar’ın ve önde gelen kadın öykü yazarlarımızdan Tomris Uyar’ın çocuğu olarak dünyaya gelmiş Hayri Turgut Uyar’la Turgut Uyar’ı, İkinci Yeni’yi ve sanat dünyasını konuştuk. Ortaokul yıllarından itibaren ailesinden uzak, yatılı askeri okullarda okuyup bir süre askeri memurluk yaptıktan sonra, hayatında yer etmiş disiplini kırarak edebiyatımızda yeniyi ve itaatsizliği simgeleyen bir şiir hareketinin öncü isimlerinden olan Turgut Uyar’ı daha yakından tanıdık. İstedik ki siz de buyur edin sohbetimize…


Biz: Çocukluğunuzdan itibaren aile hayatınız nasıldı? Yani özellikle Turgut Uyar bazında.

Hayri Turgut Uyar: O diğer çocuklardan farklı herhalde. Benim babam çok evde olduğu için, yani öyle sabah çıkıp işe gidip akşam dönen biri değildi. Daha gençliğinde öyleymiş tabii, kardeşlerimin bildiği baba, öyle normal iş saatleri olan, çalışıp akşam eve gelen babam, benim zamanımda benim dönemimde bütün gün evde olan bir babaydı. O yüzden biraz daha farklı herhalde. Çocukluğumla ilgili öyle çok özel bir şeyim olduğunu düşünmüyorum. Ne tür bir şey soruyorsunuz yani?

B: Nasıl bir kişiliği vardı, aile hayatınız nasıldı?

HTU: Aile hayatı yani, bilmiyorum herkesin kendi içinde büyüdüğü ortam normal geliyor. Babam kişiliği, daha çok içine kapanık, çok sosyal olmayan, çok da gezip dolaşmayı sevmeyen bir adamdı. Arkadaşları var mutlaka ama çok sosyal ve dışadönük bir insan değildi. Çok dürüst, biraz disiplinli falan bir adam. Biraz askeri okul geçmişi olduğu için tahminen, hayatı daha, ya ne bileyim, yapılı diyeceğim, kurallı demeyeyim. O kadar kural meraklısı bir adam değildi ama neyin ne olduğu belli olduğunda daha rahat olan bir insandı diye düşünüyorum.

B: Peki babanız nasıl bir çocukluk geçirmiş, nasıl bir hayat yaşamış? Bunlar hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?

HTU: Babam kendi çocukluğu hakkında çok konuşmazdı. Açıkçası fazla öyle bir şey bilmiyorum çocukluğu ile ilgili özel, çok konuşmaya meraklı bir adam değildi zaten. Özellikle geçmişe yönelik fazla bir şey anlatmazdı. Yazdıkları var zaten, kendi çocukluğuyla ilgili yazdığı şeyler var. O da kendi çocukluğunun çok özel bir şey olduğunu düşünmüyor bildiğim kadarıyla. Yoksul bir aileden geliyor. Babası asker, kendisi de askeri okullarda büyümüş. Askerlikten hiç hoşlanmayan biri. Babam askerliği pek sevmeyen bir adam ama mecburen öyle olması gerekmiş. Ama hiç bir şikayeti olduğunu duymadım. Hiçbir konuda. Yani ne ailenin maddi durumu konusunda, ne askeri okul konusunda falan herhangi bir şikayeti olan bir adam değildi. Kekeme, kendi halinde, biraz çevresinden farklı bir çocuk olduğu anlaşılabiliyor zaten. Yani çok çevresine uyum sağlamakta zorlanan biri olduğu oradan anlaşılabiliyor. Yazdıklarından da anlaşılabiliyor. Ama dediğim gibi hiç şikayet etmeyen biri. Ankara doğumlu ama Edirnekapı tarafında büyümüş İstanbul’da. Daha sonra da işte Bursa’da ve Konya’da askeri liselerde okumuş. Ama dediğim gibi yani çok fazla konuşmuyordu çocukluğu hakkında. Kendisi de zaten bir yazısında söylüyor, öyle çocukluğumun ekstra bir tarafı yok diye. O yüzden oradan ilginç bir hikaye, ben de bilmiyorum. Beş kardeşler onu biliyorsunuzdur zaten. Beş kardeşin dördüncüsü. Sanırım beş değil mi? Beş kardeş bir arada galiba. Bir ölen kardeşleri olabilir ama sonuç olarak bildiğim bu.

B: Nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu konuştuk biraz tabii. Peki iyi anlaşır mıydınız kendisiyle?

HTU: Ah evet, yine ben biraz şanslı mıyım bilmiyorum. O yıllarda çok fazla şey yoktu genellikle işte. Benim doğumum 1969. O yıllardaki çocuklarda, babalarla çocukları arasındaki yaş farkı o kadar olmuyordu. Yani ben doğduğumda babam 42 yaşındaymış. O yıllarda o çok sık karşılaşılan bir durum değildi. Genellikle, şimdi oluyor, şimdi daha çok, daha fazla görüyoruz. Ama o yıllarda daha çok genç yaşlarda insanlar çocuk sahibi oluyorlar. Babamla benim yaşımızın, yaş farkımızın birazcık büyük olması en azından o yıllar için bana belki de biraz avantaj oldu. Çünkü 40 yaşına gelince insan daha rahat oluyor. Daha kişiliği oturmuş, kendini daha iyi tanıyor oluyor. O yüzden mesela kardeşlerim biraz daha sert bir baba figürü bilirlerken ben gayet rahat bir insan biliyorum babamı. Çok iyi anlaşırdık yani onun da bir mühendis, mühendis demesem de matematiğe, bilimlere yatkın bir kafası olduğunu düşünüyorum. O yüzden gayet iyi anlaşırdık her zaman mutlaka. İlk sorunuza da söylemiştim, askeri okuldan gelmenin hayatına verdiği bir çerçeve var. O çerçeve her zaman var. Mutlaka bir baba oğul, öyle sadece saygı demeyeyim, bir aile çerçevesi, saygı zaten var da, bir aile çerçevesi var onun dışında. Ama bütün çocukluğum boyunca gerek annemden gerek babamdan hep kendim olacak payın bırakıldığı bir çocuk olduğumu düşünüyorum. Bana sürekli alan bırakıldı. Sürekli kendi kararlarımı vermem için alan bırakıldı, fırsat yaratıldı. Çok fazla karışmadılar yaptığım şeylere veya verdiğim kararlara. Hayatta tabii ki korudular, tabii ki sürekli göz kulak oldular ama kendi yanlışlarımı yapmama engel olmaya çalışmadılar ya da kendi verdiğim kararları da sorgulamadılar. O yüzden çok desteklenen bir çocuk oldum. Rahat bırakılan ve kendine yetecek bir şekilde büyüyecek bir çocuk olmama çalıştılar diye düşünüyorum.

B: Peki babanızın diğer İkinci Yeni şairleriyle olan ilişkisi nasıldı?

HTU: Öncelikle şey söylemek lazım. İkinci Yeni lafı o yıllarda o kadar çok kullanılan bir laf değildi.

B: Evet, hatta bir akım olup olmadığı bile tartışılıyor.

HTU: Evet, yani tartışılabilir. Sonradan o dönemde şiir yazmış insanlara yakıştırılmış bir şey yoksa öyle bir akım olmak gibi bir şeyleri yok. Hiçbiri kendisini pek İkinci Yeni şairi diye görmüyor. Aslında hepsi kendini bireysel bir şair olarak görüyor. Dışarıdan, işte aynı dönemde oldukları için, biraz da şiir yazdıklarında benzerlikler bulunarak biraz uydurulmuş diyeyim. Bir etiket gibi geliyor bana ama yani çok itiraz ettikleri bir şey de değildi. Öyle özel olarak “Aa yok, biz kesinlikle reddediyoruz İkinci Yeni’yi” falan diye bir şeyleri de yoktu ama sahiplendikleri bir şey de değildi. Edip Cansever çok yakın arkadaşı. Onun dışında İkinci Yeni olarak geçen pek çok şair, Cemal Süreya olsun, Ece Ayhan olsun, İlhan Berk olsun falan… Aynı çevreden olan, evet tanıdığı insanlar tabii. Ama özel dostluk, birlikte olmaksa, Edip Cansever ve Cemal Süreya’yla dergi çıkarmışlıkları var tabii öyle.

B: Peki evde çok siyaset konuşulur muydu? Ya da ne düşünürdü siyaset açısından?

HTU: Mutlaka siyaset, yani her evde mutlaka siyaset konuşulur zaten eninde sonunda, bizim evde de konuşulurdu. Hele, hoş şimdi de Türkiye’nin gayet karışık bir dönemindeyiz. Ama o yıllarda işte benim çocukluğumun geçtiği 1970’ler böyle sürekli terör içinde geçen bir şeydi. Sokaklarda insanlar öldürülür, işte bir taraf öbüründen birilerini öldürür, bu taraf burdan birilerini öldürür falan. Sürekli böyle bir şey var. Bir de hele adınız bilinen, işte kültür dünyasında falan tanınan, bir şekilde bilinen bir insansanız daha da tehlikede oluyorsunuz. Yani her an birisi sizi hedef seçebilir, ki mesela Rauf Mutluay’ın evine böyle bir bomba atılması şeyi olmuştu, o zamanın önemli edebiyat hocalarından birinin. O yüzden mutlaka tedirgin oldukları bir şey vardır, tabii kültür dünyasında, edebiyat dünyasında olduğunuzda siyasi olarak da bilinen bir insansınız. Yani siyasi görüşleriniz de biliniyor. O bakımdan tehlikeli. Onunla şey yapmamak, siyasetten konuşmamak mümkün değil. Daha sonra da 1980 zaten askeri darbe vesaire falan gibi şeylerle geçti. O yüzden mutlaka siyaset konuşulurdu. Siyasi görüş olarak mı soruyorsunuz? 

B: Evet, biraz da.

HTU: Siyasi görüş olarak daha sol, yani sosyal — nasıl diyeyim —sosyal demokrat veya sola daha yakın görüşte insanlardı. O çevrenin çoğu öyleydi zaten. Hatta işte 60 sonlarında Türkiye İşçi Partisi’nin şeyi var, bir Meclis’e girmesi falan gibi. O zaman için insana umut veren şeyler var. Yani genel dünya görüşü olarak, siyasi görüşü olarak sosyalizme daha yakın insanlar olduklarını düşünüyorum. Babam da öyle aynı şekilde. Ancak kendini bir şekilde herhangi bir hareketin içerisinde göremeyen bir insan, yani tamam fikirlerine inanıyor ama sonuçta kalkıp o insanlarla, o görüştekilerle birlikte bir şey yapayım olmuyor, bir şekilde olmuyor. Çünkü hiçbir şekilde uyamıyor, mutlaka onu rahatsız eden bir şeyler oluyordu. O yüzden her ne kadar bir takım ideallere falan inansa da bunları eyleme dökmekte her zaman bir şey sıkıntısı çekmiş bir insan. Bir türlü içine sindiremeyen, bir şeylere inanmak isteyen ama pratik olarak inanamamakla ilgili bir takım sıkıntılar çekmiş bir insan. O yüzden her ne kadar kendi görüşleri gayet belirgin olsa da özellikle Türkiye’de belli bir örgüt çerçevesinde, belli bir örgütlenme çerçevesinde bunları başka insanlarla birlikte savunmaya gelince hiç o olmamış. Çünkü hiçbir zaman tam olarak o şeylerle, o ne diyeyim o yapılarla hiçbir şekilde uyuşamadığını fark etmiş.

B: Peki edebiyatın yanında babanızın diğer sanat dallarıyla olan ilişkisi nasıldı? Biraz siyasetten hızlı bir geçiş oldu ama.

HTU: Hiç fark etmez. O yılların edebiyatçılarında, diğer sanatçılarında da aslında görüyorsunuz. Bir, Türkiye’de sanat çevresi zaten küçük bir çevre, çok küçük bir çevre. O zaman şuankinden de küçük bir çevreydi tahminen. İnsan sayısı olarak baktığınızda küçük bir çevre. Yani sonuçta siz edebiyat dünyasındaysanız yani ressamlar da tiyatrocular da tanıyorsunuz zaten. Kaç kişi var ki, herkes birbirini üç aşağı beş yukarı tanıyor. Heykeltıraşları da tanıyorsunuz. Çok geniş bir kültürel çevre olmadığı için eninde sonunda yollarınız kesişiyor bu insanlarla. Ve tabii ki onların eğitimleri, dünya görüşleri sizinkine daha yakın olduğu için daha fazla karşılaşacağınız, daha fazla bağlantı kuracağınız insanlar oluyor. Bir de diğer bakımdan da söyleyebileceğim o yıllarda dünyada da aslında öyle bir eğilim var. Özellikle sanatlarla ilgili olarak. Yani tek bir sanat dalında iyi olmak diye bir şey yok. Yani bir şekilde siz bunu bir meslek olarak yapıyorsanız, herhangi bir sanat dalını bir meslek olarak yapıyorsanız, işte ‘ben şiir yazıyorum’.  O yüzden, bir kere sadece yazarak olmaz, okumak zorundasınız kendinizden önce gelen şeyleri. Ama kendinizden önce gelen sadece şairleri okumakla da olmuyor. Yani tamam, bütün kendinizden önceki belli başlı şeyleri okuyacaksınız, şairleri okuyacaksınız, yeni çıkanları izlemeye devam edeceksiniz vesaire ama bu sadece şiiri takip etmekle de olmaz. Çünkü şiir, edebiyat içinde tek başına duran bir şey değil.

“Bir kere sadece yazarak olmaz, okumak zorundasınız kendinizden önce gelen şeyleri”

Diğer edebiyat türlerini de, işte romanı da takip edeceksiniz ya da bir okumuş olacaksınız. Öyküyü de aynı şekilde okumuş olacaksınız. Denemeyi, tiyatroyu vesaire. Ama işte ondan sonrası dediğiniz, sorunuzdaki şeye geliyor. Aslında orada görüyorlar ki bu sadece, ya da o yıllarda bütün dünyada zaten var, sadece kendi sanat dalınızla da ilgili olmuyor yani. O zaman tiyatro da, resim de yani bir miktar bunlarla da ilgilenmeniz, bu konularda birikiminizi arttırmanız gerekiyor. Ben dünyanın son yıllarda en çok kaybettiği şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Çok fazla bir uzmanlaşma şeyi var. Belli bir alanda uzmanlaşma gibi bir şey var ama sanat için veya diğer meslekler için de benzer şeyler tahminen söz konusudur. Öyle ‘benim mesleğim bu, ben sadece bu konuda derinleşeceğim’ diye bir şey yok. Yani o yıllardaki o işleri yapan insanların, onu meslek olarak seçen insanların gördükleri şey mesleklerinde iyi olmak için başka sanatlarla da ilgilenmek lazım. Hatta başka sanatlara katkı vermeye çalışmak lazım. İşte Turgut Uyar bir tiyatro oyunu yazmayı denemiş örneğin veya felsefe de okumak lazım bir şekilde. Çünkü bunların hiçbiri aslında birbirinden bağımsız olan şeyler değil de sizin aslında mesleğinizi besleyen şeyler. Ama bu sadece Turgut Uyar için de değil. Ben onun dünyadaki bütün bir kuşak için geçerli olduğunu, kaybedilmiş değerli bir özellik olduğunu düşünüyorum. Ya da kaybedilmek üzere olan.

B: Bu işte döneminin getirdiği sanat anlayışı, gerçeküstücülük, varoluşçuluk vesaire ile birlikte işte bu yozlaşan dili, değişen anlamları görüyoruz. Dolayısıyla da Türk edebiyatında çok fazla eleştiri alıyor. Nasıl başa çıkıyordu bu eleştirilerle?

HTU: Eleştiriler… Yani çok bilmiyorum açıkçası. O konularda aktif olduğu dönem benim doğumumdan önceki dönemler ya da benim çok küçük yaşta olduğum dönemler. Türkiye’de böyle bir mesleki eleştirinin çok yerleşmiş olmadığını düşünüyorum. Yani kimse kalkıp hakikaten dili kötü kullanıyor, veya şiirdeki birtakım belli şu akımı mı kullanıyor, bunu kullanıyor falan gibi eleştirilerin çok da fazla olduğunu zannetmiyorum. Daha çok Türkiye’de böyle insanları işte siyasal görüşleri üzerinden, dünya görüşleri üzerinden ‘o sağcı, bu solcu’, ‘o yeterince toplumcu-gerçekçi değil’ falan gibi ‘sanat toplum içindir, sanat sanat içindir’ falan gibi saçma şeyler üzerinden eleştirme modası var. Onun çok fazla dert ettiğini zannetmiyorum o tip şeyleri. Mesleki eleştiriler de açıkçası hiçbir zaman, gene demin dediğimle bağlantılı olarak bunu meslek olarak yapıyorsanız ve buna meslek olarak gerçekten saygı gösteriyorsanız eleştiriler de onun bir parçasıdır. Yani burada alınacak, bozulacak, gücenecek bir şey yoktur. Eleştiri aslında severek kabul edecekleri, hak verecekleri ya da vermeyecekleri falan bir şeydi. Çok baş edilecek bir şey değildi aslında. İyi bir eleştiri bunu meslek olarak yapan bir insanın yerici yönde de olsa, övücü yönde de olsa isteyeceği bir şeydir zaten. Çünkü kendini öyle geliştirecektir. O yüzden Turgut Uyar’ın da mesleki olarak, yazdığı şiire yönelik olarak gelen eleştirilerle ilgili hiçbir derdinin olduğunu, olacağını tahmin etmiyorum açıkçası. Ama ben de birebir tanık oldum diyemem. Çünkü dediğim gibi benden önceki bir dönem ama şey eleştirisine çok maruz kaldığını biliyorum işte: ‘sağcıydı, solcuydu’, ‘toplumcu-gerçekçiydi, değildi’ falan gibi şeylere. Aslında bunlar benim de inandığım ya da benim de yetiştiğim bir şekilde konuyla bağlantısız şeyler yani. Bu edebiyat bir meslek ise, bunu böyle görüyorsanız bunlar işin özüne yönelik olan şeyler değildir. Siyasi görüşünüzün ne olduğu da fark etmez. Yani yaptığınız işin ne olduğu fark eder. O yüzden pek onu dert ettiğini zannetmiyorum.

B: Evet tabii. Peki babanızın daha çok evde vakit geçirdiğini söylediniz röportajın başında. Günlük rutininden ve bu yazma rutinini nasıl beslediğinden biraz bahsedebilir misiniz?

HTU: Çok fazla bahsedemem. Babamın çalıştığını çok görmedim. Bir de ben de çok evde olan bir çocuk değildim. Genellikle dışarıdaydım. Ya okuldayımdır ya bahçeye çıkmışımdır, çocuklarla top oynuyorumdur bir şeydir. Yani pek evde değildim ya da sabah çıkıp akşam giren türden bir çocuktum. O yüzden çok fazla tanık olmadım ama anneminkine tanık oldum, annemin çalıştığını bayağı çok gördüm. O yüzden tahminen babam o şekilde çalışmıyor, o şekilde çalışmıyormuş. Yani babamın hiç çalıştığını görmüyordum. Çok az, yani sadece bir kitabı şey olmuştu. Babamı daktilo başında gördüğüm azdır. Bayağı azdır ki annemi daktilo başında çok gördüm. Annemin anlattığı kadarıyla, annemden bildiğim kadarıyla Turgut Uyar daha çok aklına bir şeyler geldikçe notlar alan, küçük küçük notlar alan, daha sonra da dönem dönem oturup o notların üzerinden geçip işte iyi bulduklarını tutup, kötü bulduklarını atıp onunla oradaki fikirleri geliştirerek çalışan bir insan. Ama tabii her insanın, her meslek sahibinin farklı çalışma şeyleri olur özellikle yaratıcı mesleklerde. Bazıları da çalışma odası olan, belli saatlerde düzenli şekilde çalışan insanlar, mesela Edip Cansever öyleymiş. Evde çalışma odası olarak ayrılmış bir yer var, bizim evde yoktu. Ne babam için ne annem için. Cansever’in evinde bir çalışma odası ayrılmış onun için. Ve her gün belli saatlerde girip orada çalışıyor. Bu insanların çalışma şekilleriyle ilgili bir konu.

B: Peki mesela size tavsiye ettiği ya da işte evde beraber tartıştığınız, okuduğunuz edebi eserler var mıydı?

HTU: Ben küçükken, babam öldüğünde ben 16 yaşındaydım. Aslında daha çok öyle bir pek edebi eser konuşacak, tartışacak yaşa, pek ancak yeni yeni geliyor gibiydim. Babamla pek konuştuğumuzu hatırlamıyorum, bana pek tavsiye etmediler zaten. Annem de babam da herhangi ‘bak şunu oku, bunu oku’ falan diye hiçbir zaman edebiyata yönelik bir tavsiyeleri olmadı. İlgilenirsem okurum diye düşünüyorlardı, ilgilenmezsem de okumam diye. Yani çok dert ettikleri bir şey değildi. Benim oğlumun şunu okumuş olması lazım falan gibi bir şeyleri yoktu, dertleri yoktu doğrusu. Kendi sevdikleri şeyler, kendileri sevdiklerini bahsettikleri şeyler olurdu ama hiçbir zaman benimle öyle bir şey konusunda, babamla da, hiç hatırlamıyorum böyle bir edebiyat konuşma şansımızı. Hele de şiir. Şiir benim ilgimi açıkçası hiç çekmiyordu o yıllarda. Yani diğer türler biraz daha, diğer türleri daha çok severdim öykü falan gibi şeyler. Daha gençliğimde daha anneme, belki daha yakın, kısa öyküler, Poe falan gibi şeyleri daha çok severdim de şiir o zaman özellikle anlayamadığım, özellikle göremediğim bir türdü. O yüzden babamla hatırlamıyorum, konuşmuşuzdur mutlaka. Eninde sonunda bir şeyler konuşmuşuzdur. Birtakım kitaplar okudukça bir şeyler konuşmuşuzdur ama öyle bende iz bırakan bir şey yok.

B: Son olarak da hayattaki amacını sormak istedik. Bunu biraz daha açayım. Örneğin edebiyat dünyasına ne katmak istiyordu ya da işte hayatta sevdiği mesleği mi yapıyordu gibi. Yani hayattaki amacı neydi?

HTU: Sevdiği mesleği sevdiği işi yapıyordu bence tahminen. Sevmediği işi yapmış işte. 40 yaşına kadar yaklaşık olarak askerlik peşinden SEKA’da devlet memurluğu, SEKA’da devlet memurluğunu biraz daha sevmiş olabilir. Ona çok bir şey demeyeyim ama askerlik sevmediği bir iş ve bayağı uzun zamanını almış bir şey. Sonrasında edebiyat mutlaka sevdiği, yapmak istediği iştir diye tahmin ediyorum. Hayatta bir amaç var mıydı bilmiyorum. Son yılları biraz daha depresifti tahminen. O yüzden belki benim gördüğüm dönemde daha böyle bir hayatta pek bir amaç olmadığı gibi bir şeye gelmiş olabilir, noktaya gelmiş olabilir. O yüzden de ben bir şey hatırlamıyorum, böyle ‘şöyle bir şey olsaydı’ falan gibi herhangi bir konuya bir coşkuyla bağlandığı bir durum hatırlamıyorum. Benim ayrıca biraz daha yaşımın ilerlediği, biraz daha neyin ne olduğunu anladığım yıllar artık 13-14 yaşına geldiğimde, yani o da hastalığının da başladığı dönem. Dolayısıyla çok biraz, bir de işte dediğim gibi 12 Eylül askeri darbe bilmem ne falan var. Tahminen bayağı bir yılgınlık olan artık ‘tamam anladım, bu dünyada hiçbir şey düzelmeyecek’ gibi bir ruh haline girdiği bir dönem olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü işte on yılda bir darbe olmuş, hala aynı kavgalar yapılıyor. Her hangi bir şey düzelmeyecek gibi bir ruh haline girmiş olduğunu tahmin ediyorum bir de kendi hastalığının da artık — kendi hastalığın teşhisi gerçi konmamıştı o yıllarda ama — kendini iyi hissetmediğinin belirtileri vardı zaten genel olarak. Öyle, sosyal medyada çok anlatıldığı gibi böyle çok sürekli somurtkan, karanlık falan bir tip değil aslında. Eğlenceli bir tipti. Günlük hayatında gülen, konuşan bir insandı. Ama genel olarak bakıldığında tahminen işte işlerin iyiye gideceğine artık pek inancı kalmamış ve kendi sağlığı yüzünden de pek herhangi bir konuya böyle coşkuyla, tutkuyla bağlanacak bir hali olmadığını düşünüyorum.

B: Bizim hazırladığımız sorular bu kadar. Siz de bir şey eklemek isterseniz ekleyebilirsiniz.

HTU: Yok gelmedi çok aklıma. Yani hep bu tip şeylerde söylediğim bir nokta var, onu da zaten sizinle olan konuşmalarda da söyledim. İkinci Yeni şairleri falan dediğinizde o yılın, o yılların işte sanat çevresinde, yani oradan ressamlar da tanıdım. Grafikerler, heykeltıraşlar falan da tanıdım. O yılların sanat çevresinde çok ciddi bir profesyonellik anlayışı olduğunu düşünüyorum. Onun da çok çok değerli olduğunu düşündüğüm, yani ne bunu bundan bir meslek olarak sahip çıkmış olmaları, her neye sanat yapıyorlarsa bunu meslek olarak görmeleri, profesyonel davranmaları, o mesleğin gereğini yerine getirmek için uğraşmaları, onun teorisine katkıda bulunmaya çalışmaları… İşte Turgut Uyar, kendisi şiir yazmakla kalmamış, başka başka şairlerin yazdıklarıyla ilgili eleştiriler yazmış. Bir Şiirden diye bir kitabı var. Niye yapıyor bunu yani? Niye yapsın ki, adını ortaya koyup niye böyle bir şeyler yapıyor? Çünkü aslında onu yapmakla kendisini eleştiriye açmış oluyor. Onu söyleyince işte. Ya da bir dolu dergide bir dolu yazı yazmış, onu yapınca ne oluyor? İşte insanlar diyecek ki ‘saçmalamış, şurası yanlış, burası böyle’ falan diyorlar, diyecekler. Yani bu da işin doğasında var zaten, demeleri doğrudur. Yanlış bir şey yok bunda. Ama bunu yapıyor. Niye yapıyor? Çünkü onu bence niye yapıyor, çünkü onu mesleğinin gereği olarak görüyor. Onu edebiyata olan bir borcu olarak görüyor. O yüzden yapıyor, yoksa ben ünlü bir şairim zaten arada bir şiir kitabı çıkarırım yeter gibi bir şey de değil, bir şekilde. Cemal Süreya olsun, aynı şekilde dergi çıkarıyorlar. Niye uğraşıyor bu insanlar? Yani sonuçta daha çok insan okusun diye değil aslında mesele. Tabii daha çok insan okusun da. Mesela Türkiye’de edebiyat ilerlesin, şiir gelişsin falan gibi şeylerle hareket ediyorlar. O profesyonellik vurgusunun gerçekten çok değerli olduğunu düşünüyorum, benim de hayatımda yetiştirilmemde ya da eğitimimde çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.


Not: Bu söyleşi kendimin de bir parçası olduğu “Bir Bunalım Hareketi: İkinci Yeni” HIST200 tarih çalışması kapsamında yapılmıştır.

Leave a Reply