LES QUATRE CENT COUPS – SEVGİSİZLİK VE TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜN GÜCÜ

Bizim için saatleri sayan,
sürdürüyor saymayı.
Söyle, ne olabilir saydığı?
Hiç durmaksızın sayıyor.

Daha bir serinlemiyor ortalık,
Ne daha gecemsi,
ne de daha nemli oluyor.

Paul Celan (Çeviren: Ahmet Cemal)

Günümüz dünyasında sinema süper kahramanlar curcunası ve birbirini kovalayan popüler ama başarısız oyuncuların filmleri ile can çekişmekte, günümüz insanının emeksizliğe ve vasatlığa itilmesi ile; aynı dostluklarda, hatıralarda ve de aşkta olduğu gibi hemen tüketilip bir kenara atılacak bir eğlence aracına dönüştürülmekte, içi boşalarak kof bir konsept haline gelmektedir. Oysa ki sanat; abartılı görsel efektlerden, güzellik ve yakışıklılıktan çok hayatın ta kendisini yakalayabilmek ve olanca sadeliğiyle acısını, kederini, hayal kırıklığını ve hayallerini izleyiciye, okuyucuya ve dinleyinceye aktarabilmektir.

Sanatın konusu kimi zaman Salinas Vadisi’ndeki kalın kafalı serserilerdir; kimi zaman hasta gösterişsiz, içi hınçla dolu karaciğerinden rahatsız bir adamken kimi zaman da bir bakışın bile anlatmaya yettiği ama kalplerde kalan duygular, çarklar arasında kaybolan ümitlerdir.

Les Quatre Cent Coups – 400 Darbe’de de François Truffaut izleyicisine bunu sunar. Film; bizi Paris’teki sıradan insanların yaşadığı sıradan evlerin önünden geçirerek başlar, her biri farklı bir dünya olan bu dairelerin hepsi aslında başarılı bir sanatçı için bulunulmaz bir nimettir.

Paris sokaklarında kısa bir geziden sonra izleyici kendini 1950’lerin sert bir öğretmeninin yönetiminde, birbirinden çok farklı çocukların olduğu bir sınıfta bulur. Herkes teneffüse çıkarken ana karakterimiz Antoine hepimizin başına gelebilecek bir talihsizlik sonucunda sınıfta cezaya kalır. İlk başta Antoine kötü biri gibi gelmez bizlere ama çocuğumuzun onunla arkadaş olmasını istemeyeceğimiz türden bir çocuktur. Ne var ki; bunun onun suçu olmadığını dair içinize bir kurt düşürmeyi de becerir. Nitekim, eve gidince sofrayı hazırlayıp dersini çalışmaya başlayınca bir şeylerin onun elinde olmadığını da anlarsınız.

Esasında filmin başları bizi hafiften gülümsetmekten başka bir şey yapmaz. Ta ki, Antoine ve bir arkadaşı okulu kırana kadar. Okulu kırdığı yetmezmiş gibi annesinin babasını aldattığı gören Antoine bir de bunun üstüne annesinin yazısını taklit ederek yazdığı bir mazeret dilekçesiyle işleri kendisi için hiç de kolay kılmaz. Akşam eve gidince her şeyden habersiz babasının, annene iyi davran demesinin üstümüzde uyandırdığı ürperti ise filmin geri kalanının habercisidir.

İnsan yakınında olan, sevdiğini iddia ettiği kimseleri daha kolay kırar, sözlerini daha dikkatsiz seçer, öfkesini daha kolay yansıtır. Oysa ki olması gereken tam tersidir; bizim için değerli olması gereken, sözlerimizi seçerken dikkatli olmamız gerekenler sevdiğimizi iddia ettiklerimizdir çünkü hiçbir şey sevdiği bir insandan gelen hayal kırıklığı kadar yaralayamaz insanı. Sevmek ve değer vermek bu demektir belki de. Ne var ki zavallı Antoine’in ailesi bu anlayıştan oldukça uzaktır. Bütün mutlu aileler birbirine benzer her mutsuz ailesinin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır, der Tolstoy. Gece derme çatma yatağında kendisi hakkında bir tartışma çıktığı zaman annesinin babasına “bakamıyorsan bir kiliseye ya da yetimhaneye veririz” sözlerini duyan Antoine’in hayatı da kendine özgü mutsuzluklar içerisinde yerini alacaktır.

İnsan gerçekten kırılınca, içinde öldürür kimi zaman bazı insanları. Antoine de okulu kırdığı başka bir gün mazeret olarak hocasına annesinin öldüğünü söylediği zaman bunu en net şekilde gözlemler izleyici. Bu yalanın ortaya çıkmasından ve ailesinin öğrenmesinin ardındansa Antoine geri dönülmez bir yola girecektir. Kimi zaman hayatımızda yaşadığımız küçük bir olayın çok şey değiştireceğini hissederiz, bazen yaşadığımız bir şeyin hiç yaşanmamış olmasını dileriz, bazen ise tam tersine bizim için çok değerli olan birine iyi ki hayatımızda olduğunu söyleriz. Hayatımızdaki kırılma anları aslında hissederiz. Antoine’in yaşadığı böyledir, kısa vadede ailesiyle olan ilişkisi toparlayacak olsa da artık hayatında bir kopma anı yaşanmıştır.

Bu olayın ciddiyetinin ardından kendisiyle yeniden bağ kurmaya çalışan ailesinin motivasyonuyla Antoine çabalar… Bir gece Balzac’ın “Mutlak Peşinde” isimli romanını okuyan Antoine, Balzac için bir mum yakar. Ne var ki evde neredeyse bir yangın çıkar. Bu sefer annesinden değil babasından azar yer Antoine. Ağlayarak söyler: Balzac için yakmıştım, baba! Bu olay tatlıya bağlansa da bu sefer okulda kompozisyon sınavından hocası tarafından Balzac’tan kopya çekilmekle suçlanır, sınıfın içinde rencide edilir ve yemediği hakaret kalmaz. Çünkü üstlendiği sorumluluğu anlayamayan hocası çoktan onun biletini kesmiştir. Tam da hayatına çeki düzen vermeye çalışırken yediği bu darbe artık zavallı Antoine’in gücünü tüketmiştir.

Bu kez pes eder Antoine; utancından eve, öfkesindense okula gidemez. Bir zengin bir arkadaşının tımarhaneden bozma evinde günlerini geçirmeye başlar. Ve en sonunda arkadaşıyla yaptığı bir plan sonucundan babasının işyerindeki bir hırsızlığa karışır. Babası tarafından tutulup karakola götürülür ve gözaltına alınır. Ardındansa ıslahevini boylar. Islahevinde annesinin ziyaretini heyecanla beklerken karşılaştığı tek şey onun hakaretleri ve tamamen terkedilişi olacaktır.

Film boyunca gördüğümüz en önemli şey sevgisizliğin ve sahte sevginin bir insan üzerinde nasıl bir etki doğurduğu, anlayışsızlık ve merhametsizliğin bir hayatı nasıl darmadağan edebileceğidir. Truffaut bizlere sayısız apartman dairesi içindekilerden seçtiği bir hayatı sunar; her replik ve mimik özenle seçilmiştir. Film, bugün sokağa çıksak görebileceğimiz herhangi bir hayatın ne kadar da derin ve farklı olabileceğini hatırlatır bize. Sevgisizliği, değer vermemeyi ve merhamet göstermemeyi önümüze koyar, düşünmemizi sağlar.

KAYNAKÇA

TRUFFAUT, François. Les Quatre Cent Coups. 1959. Film

Leave a Reply